6 Eylül 2007 Perşembe

Ithal Gelin

Alıntı:
Bende Belcika'da yasiyorum..ILk geldigimde zorlandim bu arkadaslik konusunda...Kafa dengi arkadas bulmak zaten cokkk zor..Artii buldugunla idare edecek duruma geliyorsun zamanla...Ama Allah kimseyi yanliz birakmiyor...Su anda cok yakin oldugum 4 arkadasim var cok sukur...Tabiiki hepsi "ithal gelin" :)))) Buralarda turkiyedeki gibi degil hayat ,insalnar,samimiyet.....Ama insan zamanla alisiyor...Ve biraz daha tanistikca yada gorustukce daha iyi taniyorsun insanlari..Senin yapabilecegin sey bence kendini tanitip ispatlamak...(demissin ya beni kendini begenmis goruyorlar diye )Allah kolaylik versin ne diyim......:))

evet haklisin turkiyedeki gibi zaten olamaz ama insanlar soyunu unutmasin bence ben aile birlesimi sonucu burdayim fakat ithal degilim zaten herseyine alistim fakat ya ici disi bir bi allah'in kulu yokmu diyorum ya vardirda bana denk gelmedi galiba zatengenel konusmadim bu arada sen ithal gelinmisin mesela cok pardon?bende en az herkesin kendini begendigi kadar kendimi begenirim ama ego boyutunda degilkendini tanitip ispatlama konusuna gelince beni zaten taniyorlar tanimak istedikleri gibi ama ispatlama konusuna gelince ne konuda ispatlama yani anlayamadim..... bu yapilanlar sadece bana yapiliyo diye sinir olmuyorumki ben sonradan gelen herkese var ki bu tavir erkek kadin ithal gelin ithal damat farketmez mesela daha 1 2 hafta once markette biri orta yasli biri genc iki kadin gordum ilk belcikali sandim baktim turkce konusuyolar turk olduklarini anladim orta yasli olan digerine avrupada market adabini anlatiyodu kizcagizi assaglarcasina fakat kiza biseyler ogrettigini saniyo tabi kendi aklinca,kiz tabirinizce sanirim su ithal gelinlerdendi ama bence boyle bi kavram yok kadina ters ters baktim turk oldumu ozaman cakti kiz zaten acayip oluyodu yazik ya neyse anlatamiyom galiba zaten sen cok kucuk yasta gelmissen burda buyumussen beni anlaman biraz zor iyi dileklerin icin sagol:çiçek


Alıntı:
Okayanuscugum cok haklisin canim,bende bunlari daha once anlatmaya calismistim ama anlayan az cikti,tr den geldigimiz icin gorgusuz muamelesi goruyoruz ama bir bilseler biz tr deyken onlarin su an yasadiklarindan cok daha iyi yasiyorduk,senin soylemek istediklerinin hepsini cok iyi anliyorum guzelim cok...

agzina saglik hay agzini opeyim deyimi vardirya o derece yazmissin yani iste olayin ozeti budur bravo:çiçek:

http://www.kadinlarkulubu.com/belcika-belcika-t40604/index3.html?s=ec1f9c70f2d0c562e1bbc66b571d9a38&

İthal gelinin trajik öyküsü

İthal gelinin trajik öyküsü
Bugün size K'yı anlatacağım. Suretini saklamamı istedi benden. O yüzden Türkiye'de K iline bağlı Ö köyünde doğup Fransa'ya gelin gönderilen bir Türk kızı olduğunu belirtmekle yetineceğim
K, Avrupa Türklerinin en büyük sosyal yaralarından ithal gelin-damat trajedisini temsil ediyor. Onun durumunda binlerce kadın var. Araştırmalar, Fransa'da yaşayan Türk kızlarının yüzde 98'inin, erkeklerin yüzde 92'sinin Türkiye'den evlendiğini söylüyor. Almanya'da ise bu şekilde yapılan evliliklerin oranı yüzde 60'ı aşmış durumda. Belçika'da her yıl bin 300 kişi evlilik yoluyla Belçika vatandaşı oluyor. K ile tanışmak, sadece Avrupa'yı değil, Türkiye'yi de anlamak demek.
23 yaşındaki K ile Strasbourg'da, bomboş denecek kadar az eşyalı; ama başından geçen onca olaydan sonra kendini güvende hissettiği bir apartman dairesinde konuştum. Günün birinde yapımcılar Avrupalı Türklere dair dizi film çekmek isterse, işte senaryosu.
Ona ölen ablasının nüfus cüzdanını vermişler, doğar doğmaz dört yaş birden yaşlanmış. Köyünden hiç çıkmamış. Liseyi bitirdiği yıl henüz 15'indeyken onu Fransa'da araba tamirciliği yapan birine sözlemişler. Babası köyün ağasıymış; "Ölmeden evvel evlendiğini görmek istiyorum." demiş. Sözünü kimse dinlemezlik edemezmiş. Kırk gün sonra babası ölmüş. Annesi, "Artık geri dönemeyiz. Babanın verdiği söz yerine gelecek." demiş. K "Bunu bana yapamazsınız." dese de kimse onu dinlememiş.
Evden dışarı çıkması yasak
K, kayınvalide ve kayınpederin "gardiyanlığını" yaptığı bir "hapishane evde" yaşamaya başlamış. Eşi de kendisi gibi anne-baba lafından dışarı çıkamayan biriymiş. K'ya eski Türk filmlerini aratmayan eziyetler yapıldığında hiç sesini çıkarmamış. K'nın görümcesine damat almak için Türkiye'ye gittiklerinde K hamileymiş. Kayınvalidesi artık kendi malı saydığı K'nın, annesine selam bile vermesini yasaklamış. K, Fransa'da çektiği çileyi annesinden gizlemiş. Ablasından yardım istediğinde "Karnında beben var, çileni çekeceksin." cevabını alınca tekrar çaresiz Fransa'ya dönmüş. Ve tabii aşağılanmaya, yok sayılmaya devam etmiş. Kendi kararlarını kendileri vermeye başlarlar da Fransızlara benzerler diye korkuyormuş kayınvalide. Öyle ki oğlu ile gelinin anne ve babalığını da almış ellerinden. K'nın kızı babaannesine anne, büyükbabasına baba der olmuş. Görümce ve ithal damat olan eşiyle aynı evde kalıyorlarmış. Evin bütün işleri, çalışan görümcenin bebeğine bakmak dahil K'ya aitmiş. Fransızca öğrenmek şöyle dursun, Türkiye'deki annesine telefon açması yasakmış, annesi aradığında da konuşturulmuyor, "Kızın burada yok" deniyormuş. Evden dışarı çıkması yasakmış. Dört sene içinde iki sefer sokağın karşı tarafındaki dükkana gidebilmiş.
K, isyan ederse babasının ruhunu taciz edeceğini düşünmüş. Hiç değilse ayrı eve çıkabilselermiş. Eşi bu fikri annesine açtığında çocuklarının yüzünü bir daha göstermemekle, sütünü helal etmemekle tehdit etmiş. Kayınvalide bu kez K'yı oğluyla arasını açmakla suçlamış. K'nın yanında oğluna falancanın gelininin hem dayak yediğini, hem de kuzu kuzu işini yaptığını hatırlatıyor, "Bir tokat aşketmediğin senin avradın şunu alıp şuraya koymaya nazlanıyor." diyormuş. Gündüz 11, gece 8 nüfusun işini gören K'nın sıcak su musluğunu açması da yasakmış. "Küçük tuvaletin gelince bekleyeceksin, büyüğün gelinceye kadar. Her girişte sifonu çekmeyeceksin!" deniyormuş ona. Elektrik su faturası geldiğinde 'sen harcadın, sen öde' diye önüne atıyorlarmış.
K, bunları bana anlatırken zaman zaman kelimeleri unutuyor. Unutkanlık yapan antidepresan haplarla ayakta durduğunu öğreniyorum: "Böyle sağlam durduğuma bakma, iyi değilim ben. Sonunda delirttiler beni. Duvarlarla konuşuyordum. Durmadan ağlıyordum. Allah'tan yardım istedim. Beni anneme kavuştur, ölmeden onu bir daha göreyim, dedim. Allah duamı kabul etti; ama bu kez kızımı kopardılar benden."
Bu yetmiyormuş gibi onu Türkiye'ye postalamışlar. K'ya kurulan şeytani tuzağı da anlatacağım; çünkü bunlar başka ithal gelinlerin de başına geliyor.
Eşinin olmadığı bir gün ondan bir kağıda imza atmasını istemişler. Çocuğun okula yazdırılması için gerekli demişler. "Söz, akşam olsun, kocam gelsin imzalarım." demiş. Akşam olmuş, koca telefon açmış, bir doğum günü partisine katılacağını, gece eve gelmeyeceğini söylemiş. Kayınpeder "söz verdin akşama imzalayacağım" diye baskı yapınca sözüne sadık kalmış. Çünkü babası söz namustur, diye öğretmiş ona. Kızını 15'inde yabana gönderen babası keşke ona herkese güvenmemeyi de öğretseymiş. Meğer attığı imzanın anlamı "eşimi terk ediyorum ve çocuğumun vekaletini babasına bırakıyorum" demekmiş:
"Çektiğim bütün çileye rağmen böyle alçakça bir şey yapabilecekleri hiç aklıma gelmedi. Karşımda polis duruyor, gidemiyorum. Çünkü Fransızcayı bilmiyorum. Üstelik bu delidir, diyorlar kendi başıma bir şey yapmaya kalksam. Bir tane koltuk alındı eve. Üstünde pamukları çıkmış böyle. Bu evden de ben sorumluyum ya. Ev de denmez buraya, sanki kayıp bürosundayım. Dedim ki kaynanama 'Bu koltuk özürlü. Baştan söylüyorum, götürün değiştirin bu koltuğu'. Dedi ki kaynatam beni göstererek, 'Eminim bu koltuğu çamaşır suyu ile silip, pamukları kendi çıkartmıştır. Bir de özürlü diye bize yutturuyor!' Eşim, 'Koltuğu değiştiririz. Kimse birbirine iftira atmasın.' diye beni savununca, kaynanam dedi ki kaynatama 'Derhal bilet alıyorsunuz, bunu Türkiye'ye gönderiyorsunuz."
O sırada hâlâ imzaladığı kağıdın ne anlama geldiğini bilmiyor. "Çocuğum olmadan gitmem Türkiye'ye" deyince "Çok geç! Çocuğunu kendi imzanla babasına bıraktın." diye korkunç gerçeği açıklamışlar. "O an o kadar kötü oldum ki. Bana tuzak kurmuşlar. Eşim de böyle kaldı. O da o zaman öğrendi. Ne yapacağını şaşırdı. 'Bunu bize yapamazsınız' diyebildi. Ama engel olmadı."
Sonra uçağa binmişler kaynatası ile. "Beni hiç değilse eşim götürsün" isteğini bile reddetmişler. K köye gidene kadar ağlamış. Kaynata pasaportunu, Türk nüfus cüzdanını dahi vermeden onu köye bırakmış, bir daha da dönmemiş. K'nın annesi şaşırmamış; çünkü daha önce aynı olay köydeki üç kızın da başına gelmişmiş, bir yüzükle alıp gittikleri kızları, beş parasız ve kimliksiz getirip köye bırakmışlarmış. "Ben seni böyle vermedim onlara. Seni hayvana döndürmüşler, götürüp ahıra bağlayacağım. Boş ver çocuğunu bana sen lazımsın." diye teselli etmiş; ama artık çok geçmiş. K adeta delirmiş, aylarca "çocuğumu istiyorum" diye çığlıklar atmış: "Anneme 'Sevme beni, istemiyorum artık. Hayatımı söndürdün. Bırak beni, Fransa'ya dönüp çocuğumu arayayım.' dedim. Dedi ki 'Hayır çok küçüksün. Ben mahvettim; ama tekrar büyüteceğim seni. Terk edersen evlatlıktan silerim'. Dört ay geçti. Ne yemek yiyorum ne su içiyorum, ne konuşuyorum. Sonunda annem izin verdi gitmeme. Yasal olarak altı ayı doldurmadan dönmem gerekiyordu Fransa'ya, aksi takdirde bebem kaynanama hizmetçi olarak büyüyecek, bir daha asla göremeyecektim. Nüfus cüzdanı, pasaport vs, her şeyi yeniden çıkarttım. Son anda tek başıma uçağa bindim. Cebimde çok cüzi bir para vardı."
Kızı artık ona 'anne' diyor
K çalışma izni alıncaya kadar aylarca uzak akrabalarının evlerinde saklanıp evlere temizliğe gitmiş, ardından bir sığınma evine yerleşmiş. Bir yıl sonra, boşanma davası evrakları ona ulaşmış. Hasretinden yandığı çocuğunu görmek için kovulduğu evin kapısını çalmış. Ama evi değiştirmişler. Yeni evi arayıp bulmuş. Fakat çocuğu göstermemişler.
Bir altı ay daha böyle geçmiş. Mahkemede eşi, evi K'nın terk ettiğini iddia edince o da çocuğunu alma şartıyla boşanacağını söylemiş. O yüzden 3 senedir sürüyormuş mahkeme:
"Ben şimdi bir fabrikada çalışıyorum. 890 Euro alıyorum, 400'ünü ev kirası yapıyorum. Fransızca öğrendim. Mahkeme iki ayda bir çocuğumu 15 gün görmeme karar verdi. Eşim ve ailesi Strasbourg'a altı saat uzakta başka bir şehirde yaşıyor. Eşim kaynımla birlikte çocuğu getiriyor. Çünkü ben yol ve otel masraflarını karşılayacak durumda değilim."
K, strese bağlı rahatsızlıklardan birkaç defa ameliyat olmuş, bedeni ve zihni sık sık tutukluk yapıyormuş. Onu yaşama bağlayan tek şey artık okula gitmeye başlayan kızıymış. Asla Türkiye'ye dönmeyecekmiş. Çünkü kızının annesine olduğu kadar babasına da ihtiyacı olduğunu düşünüyormuş. Ne mutlu ki kızı artık ona "anne" diyormuş. Neden ayrı evlerde yaşadıklarının cevabını babaannesi "Çünkü annen seni terk etti, onun başkasından bir çocuğu var, seni değil onu seviyor." diye vermiş. Ama kızı babaannesinin doğruyu söylemediğini artık biliyormuş. K, kızıyla Fransızca konuşuyormuş; çünkü Türkçede zorlanıyorlarmış. Onunla aynı şehirde yaşamak istermiş tabii; ama eşinin ailesi ona huzur vermezmiş, o zaman akıl hastanesine kapatılması lazımmış. Çocuğu getirdiğinde eşi hiç konuşmuyormuş, bir köşede öylece süzülüyormuş. Onun yerine K ile kaynı muhatap oluyormuş. K yine de bugününe şükrediyormuş. Onca kâbustan sonra, kira da olsa, başını dinleyeceği bir evi varmış. Bu eşyasız ev ona saray gibi geliyormuş. Gün doğmadan neler doğarmış. Bir varmış, bir yokmuş. Avrupa'da Türkler yaşarmış. Türkiye'deki kızlar ve oğlanlar daha ahlaklı diye çocuklarına gelinler ve damatlar satın alırlarmış...
25 yılı aşkın bir süredir Fransa'da yaşıyorsunuz. Neden Sartre'lar, Zola'lar gibi vicdanın sesi düşünürler çıkmıyor artık?
Fransız entegrasyon modeli Müslüman göçmenlerde başarısızlığa uğradı
Sömürgeleri elinden çıktıktan sonra Fransa kendine güvenini kaybeden bir ülke olmaya başladı. AB'nin kurulma sürecinde emperyal konumundan daha küçük ve kendi çapında bir Avrupa ülkesi olmaya geçti. Sanıyorum, temelde bunun uyandırdığı bir güvensizlik var. Çünkü Fransız kimliği birdenbire Avrupa kimliği ile birlikte öne çıktı. Ben buraya geldiğimde, 25 yıl önce, daha açık, başka kültürlere daha meraklı, kendine güveni daha fazla bir ülkeydi. Siz ne kadar kendi kimliğinizi böyle fazla öne çıkarırsanız, o ölçüde başkalarına duyduğunuz merak azalır diye düşünüyorum. Fransa da biraz böyle bir ülke olmakta. Bugün bir Sartre'ın çıkmamasının çeşitli nedenleri var. Bir kere toplumun vicdanı olan yazar imgesi artık geçmişte kaldı. Fransa'da biz bunlara "kutsal canavarlar" deriz. 20. yüzyılın Fransa açısından üç önemli kutsal canavarı, Malroux, Aragon ve Sartre'dir. Malroux aynı zamanda De Gaulle'ün kültür bakanlığını da yapmış, ama İspanya iç savaşına da katılmış. Çok önemli bir aydın. Sartre yüzyılı sorgulamış, varoluşçuluğun kurucusu bir düşünür ve yazar. Şimdi bunlar bütüncül yazarlar. Yani hem dünyanın gidişinden haberli, o gidiş konusunda söz almak isteyen yazarlar, hem de üretken yazarlar. Bunların yerini şimdi medyatik ve tüccar yazarlar, aydınlar aldı. Tabii bunun da temelinde liberal ekonomi ve küreselleşme var.
Peki siz son olayları kimlik isyanı gibi mi, çete hareketi gibi mi gördünüz?
Göçmen gençlerin isyanından söz etmek doğru olur. Bunca zaman geçti Sarkozy hâlâ olayların temelinde birtakım çeteler var, devlete başkaldırdılar diyerek yanlış bir değerlendirme yapıyor. Bence bu olayların temelinde bir kimlik sorunu var. Bu gençlerin adları Ahmet, Mehmet, Selim olabilir; ama Fransız'dırlar. Burada doğmuşlardır. Ne yazık ki Fransızların gözünde hiçbir zaman Fransız değiller. Sorun Fransa'nın emperyal geçmişinden kaynaklanıyor. Çünkü daha önceden bu entegrasyon modeli başarılı olmuş, Fransa'ya gelen İtalyanlar gibi başka göçmen dalgalarını entegre etmiş. Fransız entegrasyon modeli, Müslüman kökenli göçmenlerde başarısızlığa uğradı.
Bu çocuklar isyan etmeseydi anlamayacak mıydık bunu?
Bu varoşlarda bir sorun olduğu biliniyordu. Ve daha 1980 yıllarından bu yana birtakım önlemler alınmaya çalışılıyordu. Yatakhane siteler dediğimiz, üst üste yığılmış ve çoğunlukla bu göçmenlerin oturduğu banliyölerin düzenlenmesinden sorumlu bir kent bakanlığı kuruldu. Ama birdenbire isyanın bu ölçüde bütün Fransa'ya yayılacağını herhalde hiçbir siyasi öngörmemişti. Bu gençlerin kendilerini ifade edebilecekleri dilleri yok. Bunların konuştuğu Fransızca, varoşlarda konuşulan, bizim Sorbonne'da öğrendiğimiz Fransızcadan çok farklı bir dildir. Dolayısıyla bunlar kendilerini ancak şiddet yoluyla bir de rap müziği ile ifade edebiliyorlar. Fransızlar bunu da anlayamadı. Bütün bu toplumsal ve kültürel sorunlardan kaynaklanan isyan hareketini sadece çetelere indirgerseniz doğru bir teşhis koyamazsınız. Bir üçüncü sorun da tabii işsizlik. Çünkü bu gençler iş aradığı zaman onlara ayrımcı davranıyor şirketler. Varoştan gelen gençleri tercih etmiyorlar. Zaten oralarda işsizlik oranı yüzde 40'larda. Sebepler içinde beni asıl ilgilendiren Fransa'nın eski emperyal gücünden ortalama bir Avrupa gücüne dönüşmüş bir ülkenin, kendine güvenini yitirmesi.
BİTTİ
Nuriye Akman
31 Aralık 2005, Cumartesi

http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/haber.do?haberno=431608

Fransa'da Türk Olmak (1)

Ateş yakar ama öğretir de.Son bir yıl içinde Avrupanın değişik ülkelerinde onlarca ev, cami, sosyal tesis yandı,onlarca insan öldü.Ne zaman ki alevler Paris’ten yükseldi herkes dikkatini Fransa’ya yöneltti. Göçmenlerin isyanı sadece bu ülke için mi çanları çaldı yoksa tüm Avrupa’da tutuşmaya hazır bir ruh iklimini de işaret ediyor mu, diye sorulmaya başlandı. Gittim, dinledim, dokundum, kokladım. Hem aliminden hem cahilinden topladığım sahici öykülerle döndüm.
Yanımda Almanya büromuzun haber müdürü Ahmet Özay ve Strazbourg muhabiri Emre Demir vardı. Ateş sönmüş gibi görünse de duman kokusu hâlâ sokaklardan, evlerden, işyerlerinden çıkmamış. Her an, mesela yılbaşı gecesi semalar yeniden aydınlanabilir. Alevler, havai fişeklerin hercai görkemini yalayıp yutabilir. Benden söylemesi. Karadan 4 bin km yol yaparak Almanya, Belçika, Hollanda ve Fransa’yı dolaştım. Dışarılarda Christmas şarkıları çalınıyordu, içerilerde ağıtlar yakılıyordu. Gördüm ki yollarda sınırlar kalkmış; ama kalplerin her santimine başka bir kapı örülmüştü. Balkonlara tırmanan Çin malı şişme Noel babaların heybesinde çöküş korkusuna, gelecek endişesine, özgüveni yitirmenin hırçınlığına ve bütün bunlarla azınlıklar üzerinden hesaplaşma hazırlığına karşı kutu kutu panzehir var mıydı acaba? Cevabı aramaya bugün Fransa’dan başlayacağım. Kara derilileri ihmal etmeyeceğim; ama odak noktama Türkleri alacağım. Yedi gün süreyle size kendi Fransa’larını anlatacaklar. Yakma ya da yanma zamanı onlara geldiğinde kimse şaşırmasın diye konuşacaklar. Fakat onları dinledikten sonra kafanızda yeni sorular belirecek. Fransızlar cevap vermek istemedikleri sorular karşısında “çünkü” der ve susarlar. Hepimiz “Fransız” olacağız bir noktadan sonra. “Çünkü” deyip susacağız.

Araba yakmazsak bizi kimse görmüyor..

Her şehir gibi Paris’in de birden fazla yüzü olduğunu biliyordum; ama bunların numaralandığını yeni öğrendim. Ne Montfermeil kadar sefil ne Şanzelize kadar şatafatlı, siyah derililerin yoğun olarak bulunduğu 10’uncu Paris’in Ru de Chateau d’Eau’sunda geziniyoruz. Metronun hemen çıkışında Türkiye’de turistleri tavlamaya çalışan esnaf manzaralarının bir benzeri ile karşılaşıyoruz. Kadınlara dil döküp çalıştıkları kuaförlere götürmek isteyen zenci delikanlılar var. “Madam, şapkanız çok güzel. Altındaki saçlarınız şahane. Onları uygun şartlarda daha da güzelleştirmek istemez misiniz? Hemen yakında kuaförümüz. Buyurun beraber gidelim.”Fildişi Sahilleri’nden gelmiş Malili iki genç bizimle görüşmeyi kabul ediyor. Rapçiler gibi giyinmişler. Gururdan öfkeye, isyandan teslimiyete uzanan zengin bir beden diliyle konuşuyorlar. Uyuşturucu kullandıklarını düşünüyorum, bakışları hafif kayık. Bizi “Kasaba” adlı bir Türk kahvesine götürüyorlar. Müşterilerinin çoğu Arap olan kahveyi kendi evleri gibi gördüklerini, neredeyse bütün günü burada geçirdiklerini söylüyorlar. Biraz önce köşedeki Fransız kahvesine gitmişler. “Madamdan kahve istedik parasıyla. Yüzümüze baktı, bizi böyle bad boy kılığında görünce cevap da vermedi, kahve de.” diyorlar. Aynı şey bana yapılsa ne hissederdim acaba? İnce belli cam bardaklarla çaylarımızı içerken tanışıyoruz: Sekov Baradji ve Djel Sakanu kuzenlerinin kuaförüne sokaktan müşteri toplayarak hayatlarını kazandıklarını söylüyorlar. Kazandıkları paranın miktarını “yeteri kadar” diye açıklıyorlar. Paraları yetmiyormuş ama bir Müslüman olarak ‘elhamdülillah’ diyorlarmış. Başka işler de yapıyor olmalılar; ama açıklamıyorlar. Nedense yasadışı en azından kayıt dışı çalıştıklarını düşünüyorum. Acaba biraz evvel kınadığım madamla aynı safa mı düştüm? Görüntünün gücü insanı hemen formatlıyor. 9 yıldır Paris’telermiş. Para için gelmişler. Kadınları iyi tanıyorlar, onları sokaktan kuaföre çekmekte hiç zorlanmıyorlarmış.

‘Afrikaya dönüp hizmet edeceğiz’

Evli olmadıklarını; ama iki ayrı kadından ikişer çocukları olduğunu ve onlardan ayrı evlerde oturduklarını öğrenince içimdeki “madam” yeniden isyana duruyor. Neden evlenmemişler? “Kızların mantığı farklı, onlara güvenemiyoruz, saygı da duymuyoruz.” Hımm! Demek saygı duymadıkları kadınlardan çocuk sahibi olmak, öz saygılarını zedelemiyor! Sekov, “Çocuk istemedim en başta; ama oldu ne yapayım? Ama sonra sevdim onları.” diyor. İlk “eşi”nin Arap, ikincisinin Antilli Fransız olduğunu söylüyor. Anlıyorum ki, oturma izni ve çocuk yardımı alabilmek için girilen ilişkiler bunlar. Sekov nihai amacını “Çok para kazanıp ülkemde krallar gibi yaşamak, Afrika’ya hizmet etmek ve orada ölmek isterim.” diye açıklıyor. Farkında değil; ama kimlik çatışmasını özetlemiş oluyor. “Krallar gibi yaşamak” ile “Afrika’ya hizmet etmek” arasındaki derin uçuruma o değil ben düşüyorum. Toparlanıp Djel’e dönüyorum. Çocukları iki hafta kendisinde iki hafta annelerinde kalıyormuş. Djel, “Benim için para, kral gibi yaşamak önemli değil. 50 yaşımda da olsa ülkeme dönmek isterim.” diyerek kişiliğindeki ton farkını açık ediyor. İki arkadaş da çocuklarını camiye göndermediklerini; ama namaz kılmayı öğrettiklerini söylerken dayanamıyorum “Uyuşturucu kullanıyorsunuz değil mi?” diyorum. Onaylıyorlar. “Ne olmuş yani Sarkozy de haşhaş çekiyor.” diyorlar ve ondan duydukları nefreti anlatıyorlar. Banliyölerde kalmıyorlar. Sarkozy geldikten sonra bu sokakta bile çok kontrol olmaya başlamış. Onları yok yere durdurup ellerini duvara yapıştırıp arıyorlarmış. “Polisler kasklarıyla geliyor üzerimize sanki büyük bir olay varmış gibi.” diyorlar. Unutmamalıymışız: Türkler yeterince beyaz olmadıkları için AB’ye istenmiyormuş. Türklerle dayanışma için kullandığı metafor deri rengi. Peki araba yaktılar mı? “Yakmadık; ama çok kısa sürdü ayaklanma, devam etmesini isterdim. Keşke polis arabalarını ve Sarkozy’nin evini yakabilseler. Kendimizi ifade etme şeklimiz araba yakmak. Başka türlü bizi görmezler ki.”Yaşamlarına bakarsan Müslümanca değil ama dilleriyle tutunuyorlar dinlerine. Tek sahici değer zamanmış gibi geliyor bana. Evet bu ülkede siyahilerin 30-40 yıl gibi bir geçmişleri varsa, tortularından arınmaları, başlarını dik tutabilmeleri için en az bu kadar vakte ihtiyaçları olmalı. Kahvede Türk ezgileri, sokaklarda Noel şarkıları...

Türkleri Arap sanıyorlar

Fransa’da doğmuş Türkoloji okuyan Türk kızı Zehra Şahin ile birlikte Metro çıkışında kuaföre müşteri tavlayan siyahi çocukların peşine takılıyoruz. Rue du Foubourg Martin’de Fildişi Sahili’nin güney kesiminden gelen Hıristiyan zenci kadınların çalıştığı bir dükkana giriyoruz. Saçlarımı onlar gibi dizi dizi ördürürsem acaba bir dostluk kurup samimi bir sohbete girebilir miyim? 30 Euro istiyorlar; fakat Türk olduğumuzu öğrenince bizimle konuşmayı reddediyorlar. Saçımı yaptırsam belki fikirlerini değiştirirler; ama bir zencibaşı tam üç saatte bitirilebiliyor. Ne olur sanki iki çift laf etsek. Fransızlara hak verdiklerini, Türklerden hoşlanmadıklarını söylüyorlar. Gerekçesi? Türkler onları oldukları gibi kabul etmiyormuş! “Türkler” deyince Arapları kastettiklerini ve asıl vurguyu Müslümanlara yaptıklarını anlıyorum. Göz göze gelmemeye çalışarak, lütfen ağızlarını açıyorlar ve “Görüşümüzü söylemek zorunda değiliz.” diyerek tedirgin bir şekilde gitmemizi istiyorlar. Oysa Zehra da, ben de görüntü olarak Fransızlardan çok farklı değiliz. Tenimizin değil belki ama saçımızın ve gözlerimizin rengi aynen kuaför kardeşlerimizinki gibi. Reddedilmek Zehra’yı Fransız vatandaşı olarak gerdi, beni ise Türk gazeteci olarak. Tanrım şu kimlik işi ne karmaşık iş...

‘Bu dükkana Fransız gelmez’

Şansımızı başka bir dükkanda denemek istiyoruz. Dükkan boş, iki zenci kadın kuaför laflıyor. “Patron kızar” gibi bir gerekçeyle günde kim bilir kaç kişinin oturup kalktığı sandalyelere bizi oturtmadılar. Kendileri de ayağa kalkmadılar. Kayıtsız tavırlarla bir iki soruya cevap verdiler. Kamerun orijinli olduklarını, birinin beş diğerinin iki çocuğu bulunduğunu, Araplarla Türkleri ayırt edemediklerini ve Fransa’da ayrımcılık görmediklerini söylediler. İsyanlardan da hiçbir şekilde etkilenmemişlerdi. Araplar kendi hallerinde kalsalar kimse onlara bir şey yapmazdı. Sarkozy haklıydı.Üçüncü kuafördeki siyahi kadınlar daha insaflıydı. Evet Fransa’da ırkçılık vardı; ama Türkler de birbirlerini dışlıyor, kendi aralarında çatışıyorlardı. Onların da kafasında Türklerle Araplar aynıydı. “Bizim Fransızlarla bir alıp veremediğimiz yok aksine ucuz hizmet verdiğimiz için birçok Fransız müşterimiz var.” dediler. İsyanları hissetmemişlerdi. Çünkü Paris’te yaşıyorlardı, banliyöler Paris sayılmazdı. Bir de erkek kuaföre girsek dedim. Vitrin camına “Türk kuaför aranıyor” diye yapıştırılan ilanı görünce içeri daldım. Cezayirli ve Faslı erkekler çalışıyordu. İşçi olarak Türk arıyorlardı; ama bu iki Türk kadınıyla sohbet edecekleri anlamına gelmiyordu. Hele de biri gazeteci ise. Faslı olan yumuşadı ve Fransa’ya entegre olanlarla olmayanların ayırt edilmediğinden şikayetçi oldu. “Hepimizi bir kefeye koyuyorlar, ayrımcılığı günlük hayatın her aşamasında hissediyoruz. Fransızlar ancak onların önünde köpek gibi olursan seni rahat bırakırlar, aksi halde aynı haklara sahip olamazsın. Bu dükkana hiç Fransız gelmez. Zaten istemiyoruz da, biz Arap’ız ve bundan gurur duyuyoruz.” dedi.

‘Türkler içe dönük bir toplum’

Son kez bir Türk kuaförüne gitmek istiyorum. Dildeste Kuaför’ün sahibi Birsen Topal, 11 yaşında gelmiş Paris’e. Kesim, yıkama, fön 17 Euro. Daha önce sadece örgü için 30 Euro istendiğini söylüyorum. “Zenci saçlarını 10 Euro’ya da yaparlar; ama sizi beyaz ve Müslüman görünce ücreti yükseltmişler.” diyor. Müşterilerden biri Tunuslu Necla Deniz. Paris’te doğmuş, 11 yaşında Paris’e gelen bir Türk’le evli. Necla’ya göre Araplarla Türklerin ilişkisi iyi değil. Türklerin ne kadar içe dönük bir toplum olduğunu evlenene kadar bilmiyormuş. Türklerin Fransızlarla hiçbir sorunu olmamasına rağmen 25 yıl burada yaşayıp hâlâ dil öğrenmemelerine şaşırıyor.12. Paris’te kuaförlük yapan Gülbahar Güneş de bugün arkadaşının dükkanını ziyarete gelmiş. 17 yıldır burada. Şoför kocası ithal damat. “Ayrımcılık hissetmedim; çünkü daha lüks bir semtte Fransız kadınlarına hizmet ediyorum.” diyor. Onun dükkanında kesim, yıkama, fön için 35 Euro alınıyor. Eskiden bu kadar ırkçılık yokmuş. Afrikalı göçmenleri “tembel, devleti kazıklamaya çalışan, 4-5 eşli, 17 çocuklu, çocuk yarımıyla geçinen bir millet” olarak tanımlıyor. Ona göre Afrikalılarla Türkler birbirlerine değmeden yaşıyorlar. Değseler çatışma olur zaten. Fransızların ayrımcılığına da yaşamdan şu örneği veriyor: “Benim emlakçı bir müşterim var. Dayım için ev aradık. Gösterecekti; fakat dayımı görünce fikrini değiştirdi. Bir bahane bulup evi göstermedi. Dayım esmer bıyıklı klasik Türk tipi. Fransızca bilmiyordu. ”Türklerle konuşurken birden kendimi Türkiye’de zannetmiş olmalıyım ki kuaför sandalyesinde kucağında beyaz finosuyla oturan bir Fransız kadınını işaret ederek “Şu yabancı bizimle konuşmak ister mi?” diye sordum Gülbahar’a. “Aslında yabancı olan biziz.” deyince utancımdan öleyazdım. Burası neresi, ben kimim, yabancı nasıl olunur ve benzeri sorular başımı döndürdü. Sokağa çıktım. Kelimeler uçuşmaya devam etti. Çoğunluk, azınlık, dünya, millet... İnsan her türlü şarttan bağımsız olarak kendini nasıl güvende hissedebilirdi? Hayattan alamadıklarını değil ona verebildiklerini hatırlayarak mı?15 yıl Paris’te yaşayıp da kendi bölgelerinden çıkıp mesela Şanzelize’de bir kez bile yürümeyenler var. Kulaktan dolma bir bilgiyle ışıltının görkeminden, fiyatların yüksekliğinden dehşete kapılmış olabilirler ama seyr-i alem neşesini de yitirmişler. Fransa’da görüştüğüm Türkleri mümkün olduğunca çeşitlendirmek istedim. Öğretim üyesi, işçi, esnaf, öğrenci, işadamı, ev hanımı, kamu görevlisi, gönüllü çalışanıyla her kesimi dinlemeye çalıştım. Daha çok inşaat sektöründe yoğunlaşılmış. Kaba işleri Türkler yapıyor, ince işleri Portekizliler. İkinci sektör gıda. Bakkal, döner büfesi şeklinde. Üçüncü olarak da konfeksiyon. Yeni yeni emlak ve turizm piyasasına açılıyorlar. İlk kuşakların Fransızcası, sonrakilerin Türkçesi iyi değil.Fransa’da çifte vatandaşlık mümkün. Almanya’da değil; ya Alaman olacaksın ya Türk. Fransa’da genel anlamda göçmenlerden bahsediliyor. Ama Almanya’da göçmenlerden çok Türklerden söz ediliyor. Göçmen denildiğinde birilerini özel bir muameleye tabi tutmuyorsunuz. Göçmen tanımı daha geniş. Türk deyince tanımı daraltıp boğucu hale getiriyorsunuz. Böylece o topluluğu zaman içerisinde kendinize muhalif etme olasılığınız artıyor. Aksi de mümkün tabii. Size ne kadar saldırırlarsa siz o kadar içinize kapanıyorsunuz. Toplumla bütünleşemiyor, yalnızlaşıyorsunuz. Fransa’daki geçmişleri 30 yıla yaklaşan Türklerden “göçmen” tanımlamasına itiraz etmelerini, “biz Türk asıllı Fransız’ız” demelerini beklerdim. Fakat konuştuğum insanların çok azı bunu söyleyebildi.Kimlik bunalımlarının Almanya’daki hemşehrilerine oranla daha derin olduğunu, onların en az 15-20 yıl gerisinde yaşadıklarını gördüm. Fakat Almanya ve Belçika’da yaşayan Türkler de hâlâ “kurban” psikolojisinden kurtulamamışlar. Hiç değilse onlar bunca yıl sonra “İki tarafa da ait değiliz, bir hiçiz” demek yerine “İki tarafa da aitiz, biz çok kültürlüyüz” diyebilmeliydi. Fransa’daki Türkler Türklüğe sarılıyorlar ama çoğu Türkiye ile ilgili bilgilerini güncellememiş, 20 yıl öncesinin düşünce kalıplarıyla değerlendiriyorlar. Seyredilen onca Türk kanalına rağmen bunun nasıl mümkün olabildiğine inanamadım.15 yıl Paris’te yaşayıp da kendi bölgelerinden çıkıp mesela Şanzelize’de bir kez bile yürümeyenler var. Kulaktan dolma bir bilgiyle ışıltının görkeminden, fiyatların yüksekliğinden dehşete kapılmış olabilirler ama seyr-i alem neşesini de yitirmişler. Lui Vuitton’un vitrinine içine düşecekmiş gibi yapışmış Fransızlara bakıp eğlenebilirlerdi. Bir palto 2 bin 800, bir pabuç 380, bir ceket bin 300, bir etek 800 Euro’ya da satılsa, iç geçirmeden, ‘kahretsin’ demeden, hırsın, sahip olma duygusunun kelepçelerini takmadan; biraz rengin, stilin, kompozisyonun, uyumun, inceliğin zevkine varsalar.Türklerin Afrikalı göçmenler gibi bir sömürge geçmişlerinin olmayışı belki isyanlara doğrudan karışmalarını engelliyor; ama onlar da diğerleri gibi içten içe yanıyor. Hangi isyan daha tehlikeli, dışarı vurulan mı, vurulmayan mı? Birçok mahallede halk; okul, spor salonu gibi mekanların koruyuculuğunu kendileri üstlenmiş. Türkler, yakıp yıkmaya katılmayışlarını aile kontrolüne bağlıyor ama aynı aile kontrolü başka sorunlara yol açıyor. Gençlerin özellikle kadınların sosyalize olma imkanlarını kısıtlıyor. Bir yandan “gavurlaşmak” bir yandan da “Arap zannedilmek” korkusunun kıskacı altındalar. Birincisi kimlikle, ikincisi güvenlikle ilgili.Güvenliğin dışında en büyük korku işsizlik. Herkes denizin bittiğinin farkında. Küresel ekonomi yüzünden para akışı takip edilemiyor. Artık proje bazında çalışıyor insanlar. İşler kalıcı olmayınca evler, mekanlar, ilişkiler, duygular her şey yüzüyor. Yani tam toplumla bütünleşme gereğinin anlaşıldığı bir dönemde gelecek korkusu bu bilinci kırıyor ve yeniden içe dönüş eğilimini kışkırtıyor. Yaşadıkları ülkede kalıcı olduklarını nihayet anlayıp bunun şokunu üzerlerinden atamayanlar da var. İşlerini kuranlar, düzenlerini oturtanlar da var tabii ama onlar da geleceklerinden endişeli. Bir sıkışmışlık duygusu içindeler, ne ileri ne geri... Keşke içlerinde Almanya’daki gibi politikaya ilgi duyanlar olsaydı, keşke hiç değilse yerel yönetimlerde temsilcileri bulunsaydı.

İthal gelin-damat sorunu derin bir yara

Ayşe Turhan. Fransa’da doğup büyümüş. Ailesinin desteğiyle iki yıl hukuk ve muhasebe okumuş, sonra dil ve edebiyat bölümüne geçmiş. Çalıştığı büroda, boşanan ya da boşanmak isteyen, şiddet gören, devlet daireleri ile problemleri olan Türklere hizmet veriyor. Altı yaşından beri Fransa’da büyüyen hukukçu bir Türk’le evli, bir çocuk annesi. “Türk kimliğim silinemez ama burada yetiştiğim için kendimi biraz Fransız hissediyorum. Bunu Türkiye’de yetişmiş kuzenlerime baktığımda daha iyi görüyorum ama yüzde yüz Fransız değilim tabii.” diyor. Türklerin karşılaştığı problemleri şöyle özetliyor:Aileler Türkiye’deki kızlar ve delikanlılar daha ahlaklı diye çocuklarına gelin ve damat getirtiyorlar. Uyum sağlanamıyor, oğlanlar Fransız kızlarla ilgilenmeye devam ediyor. Gelinler aman gözü açılmasın diye evlerde tecrit ediliyor, dil öğrenmelerine ehliyet almalarına, topluma karışmalarına izin verilmiyor. İthal gelin-damat sorunu çok derin bir yara. Sonu ölümle biten şiddet olayları var. Sekiz ay önce karısından ayrılan Samsunlu bir Türk, çocuğunun okulunun önünde hanımını öldürdü.Kızlarına Türkiye’den damat getiren aileler de onlara iyilik yapmış olmuyor. Bu damatların Türk olmaktan başka hiçbir özellikleri yok. Fransa’da yaşayan kızlar hem Türk kültürünü alıyorlar, hem Fransız kültürünü. Türkiye’den gelen erkek buraya kolay kolay uyum sağlayamıyor. Kişilikleri eziliyor. İki taraf da kurban edilmiş oluyor.Kadınlarımız gerçekten kötü durumda. Burada yetişen genç kızlar baskılara karşı belirli bir limit koymayı biliyor. Ama Türkiye’den gelenlerde aile desteği yok. Bilmedikleri bir sistem ile karşı karşıyalar. Yasal haklarını bilmiyorlar. Kocalarının her sözlerine güveniyorlar. Kocaları da onların kendilerine güvenini yiyip bitiriyor, onları çaresiz duruma getiriyor. Sen yapamazsın, sen anlamazsın, boşanırsan çocuklar benim olur. Çalışmıyorsun, hiçbir gelirin yok, ben nasılsam öyle kabul et, bensiz nefes alamazsın, diye tehdit ediyorlar. Halbuki bu kadınlara yönelik destekleyici yasalar var. Fakat dil bilmedikleri için tamamen bağımlı oluyorlar beylere. Kocaları ve kayınvalideleri dil öğrenmelerine izin vermiyor. Mesela bir bayanla tanıştım. Dört yıl oluyor Türkiye’den geleli. Kocasıyla anlaşamadığını, şiddet gördüğünü, kayınvalidesiyle birlikte yaşadığını söyledi. Aile desteği yok. Bir de kim ne diyecek, milletin ağzına sakız olmayalım, dedikodu yapılmasın, ben babasız yetiştim, çocuklarım boynu bükük kalmasınlar diye çaba sarf eden bir bayan...Erkeklerin problemlerine gelince; Türkiye’den geliyorlar, oturma kartı alır almaz yuvayı bırakmaya kalkıyorlar. Başka bayanlar ile tanışıyorlar. Mesela bir bayan tanıyorum. Kendisi dört yıl nişanlı kalıyor. Evleneceği tarihte de adam “Ben seninle niye evleniyorum zannediyorsun? Güzel değilsin, çirkinsin. Benim hedefim oturma kartını elde etmek. Kartı alıncaya kadar sabredeceğim sana.” diyor. İşte bu gibi kadınlara yardımcı oluyorum. Yasal yönden haklarınız şunlar diyorum: Kocanız sorumlu bir insan değilse, mutsuzsanız, çocuklarınızla ilgilenmiyorsa, o kişiyle kalmanın ne anlamı var? Ayaklarınızın üzerinde durmayı öğrenin. Dile ve meslek eğitimine başlayın. Herkese açık, bazıları bedava, devlet ödüyor ücretini.Türkiye’de yetişen çocukla burada yetişen çocuk bir değil. Burada Fransız sistemine ayak uydurarak yetişiyorlar. Bizim Türk geleneğimiz ve Türk kültürümüz var. Bunu gençlere vermek zor oluyor. Çocuğumuzu günde en fazla iki-üç saat görüyoruz. O da onunla bir şeyler paylaşırsak. Çocuk her gün okulda oluyor, Fransızlarla birlikte bulunuyor. Onların kültürlerine, örf ve âdetlerine göre hareket etmeye çalışıyor.Annelerimizin, babalarımızın Türkiye’ye dönme düşünceleri var. Zaten yatırımlarını oraya yapıyorlar. Ama bizim neslin gideceğini tahmin etmiyorum. Mesela ben buradaki sisteme alıştım, yasaları biliyorum. Dayanabileceğim, destek alacağım kurumları tanıyorum. Devlet dairelerinin nasıl çalıştığını biliyorum. Eşim burada yetişmiş, bana her konuda yardımcı olur. Kısıtlanmam yok. Türkiye’ye dönmek istemem. Tabii ki tek dileğim, çocuklarımızın Türk olduklarını unutmamaları. Oğlumun Türk arkadaşlarının da olmasını teşvik ediyorum. Oğlum 7 yaşında. Fransız’ım; ama kökenim Türk diyor. Türkiye’ye gitmeye çok heves ediyor.

STRASBOURG NOTLARI

Strasbourg’daki Türklerin telaffuzlarında sorun yok ama anadillerinde kendilerini tam ifade edemiyorlar.Kendilerini okulda Fransız, evde Türk ve Fransa’da Türk, Türkiye’de Fransız hissediyorlar.Fransa doğumlu gençler, gelecekte kendi çocuklarının ve torunlarının kendilerini ne kadar Türk, ne kadar Fransız hissedeceklerini kestiremiyorlar.Fransa’da doğup büyüyen kızların çoğu “16 yaşına geleyim de okulu bırakayım. Türkiye’den gelen biriyle evleneyim” diye düşünüyor. Ailelerine direnerek üniversite eğitimine devam etmek isteyenler azınlıkta.Ayrımcılığı en çok iş ararken hissediyorlar. Eğer Fransa doğumluysanız eğitim imkanları var ama iş imkanları kısıtlı. Okulların kapısı açık, işyerlerinin kapısı kapalı. Birçok işyeri fotoğraflı başvuru istiyor. Başvurulara gelen cevapta genellikle şöyle yanıtlar alınıyor: Özgeçmişinize göz attık. Çok güzel şeyler yapmışsınız. Ancak bizim kriterlerimize uymuyorsunuz.”Eğer bir kamu kuruluşunda çalışacaksa, bu isterse demiryollarında çakıl taşı dökme işi olsun Fransız vatandaşı olma şartı aranıyor. Ama Almanya’da, kamuda Alman vatandaşı olmayan biri de istihdam edilebiliyor.

Nuriye Akman Röportajı (Zaman Gazetesi

http://www.gencbilim.com/haber/haber_ozeldosyalar_goster.php?id=60

Fransa'da Türk Olmak (2)

Görsel Sorunlular İçin

Strasbourg Noel öncesi ışıl ışıl;fakat hava o kadar soğuk ki ışık cümbüşünün tadını çıkaramıyorum. Strasbourg muhabirimiz Emre Demir ve Almanya büromuzun haber müdürü Ahmet Özay soğuktan etkilenmişe benzemiyor. Ben bir an evvel bir grup Türk öğrenciyle buluşacağımız kafeye kendimizi atmaktan yanayım.Kahvelerimizi yudumlarken delikanlılar birer birer geliyor. Hemen hepsi burada doğup büyümüş. 20’li yaşlarını sürüyorlar. İşçi ve esnaf ailelerinin çocukları. Üniversitelerin değişik bölümlerinde okuyorlar. Kimi ekonomide, kimi yabancı dillerde, kimi kamu yönetiminde, kimi tıpta, kimi uluslararası ilişkilerde, kimi hukukta. Onlarla Fransa’da öğrenci, insan ve Türk olmayı konuşacağız. Bana yaşadıkları ülkenin geleceğini nasıl gördüklerini, kendilerini ne kadar Fransız hissettiklerini, karşı karşıya kaldıkları sorunları anlatacaklar.Ufuk Kocakaya: Türk toplumu entegrasyonu asimilasyon gibi algılayıp karşı çıkıyor. Türkler iki kültüre de sahip; ama bunun öneminin farkında değiller. “Türkiye ile Fransa arasında bir yerdeyiz. Oraya gidiyoruz yabancı, buraya geliyoruz yabancı” düşüncesi tamamen yanlış bana göre. Sahip oldukları iki kültürü de objektif ve pozitif bir biçimde gösteremiyorlar. Burada insanlar sabahın dördünde, beşinde işe gidip tam bir emir kulu halinde çalışıyor; Türkiye’ye gittiği zaman çok müthiş zengin imajı çiziyor, bu bana ters geliyor. Anadolu’dan çıkıp gelmişiz; ama artık Fransız vatandaşı gibi olmamız gerekiyor. Halen Fransız vatandaşlığını alırken ben Türklükten çıkıyorum zihniyeti hakim. Bir kültür zenginliğimiz var, fakat bunun farkında değiliz.

Arap zannedilmek…

İzzet Sarıoğlu: İlkokulda okuyan Türk çocukları annelerine, ‘Biz niye Noel’e hazırlanmıyoruz, evin içini süslemiyoruz?’ diye soruyorlar. Çünkü okulda tamamen Fransız kültürünün en güzel kültür olduğu anlatılmaya çalışılıyor. İnsanda bir tepki kimliği ister istemez oluşuyor. Paris’te gördüğünüz gibi olaylar oldu. Polis bir yabancı ile karşılaştı mı daha kolay durdurabiliyor. Mesela bir Fransız olsa, teni beyaz olsa o kadar kolay durdurmaz yani. Tenimiz beyaz olduğu için belki de bu yüzden doğrudan bir ayrımcılıkla karşılaşmadım.Abdurrahman Aslı: Şahsen büyük bir ayrımcılıkla karşılaşmadım. Yalnız üniversitede felsefe dersinde sözlü sınava girdim. Sınav normalde yirmi dakika sürüyor. Hoca bana 50 dakika ter döktürdü. Bunu adımın Abdurrahman olmasına bağlıyorum. Türk’üm ama ismim Arapça. İlk kez orada ayrımcılığı fark ettim.Ufuk Kocakaya: Yabancıların içinde Araplar çoğunlukta olduğu için Türkleri de aynı torbaya sokuyorlar. Onların yaptıkları üzerimize yıkılmak isteniyor. Ama bugün okula gittiğim zaman belki Fransız’dan önce yakınlık kuracak olduklarımız yine Araplar.

Arap kültürüne ilgi başladı

Cihan Aşık: Buradaki Türkler banliyö mahallelerde yaşıyor. Orada da Arapların sayısı daha yüksek olduğundan dolayı Türk çocuklar kendilerine model olarak ister istemez giysisiyle, konuşma tarzıyla Arapları alıyor. Onlar baskın çıkıyor. Onlar da Fransız toplumunda azınlık; ama bize karşı çoğunluk oluyorlar. Asıl azınlık biz kalıyoruz. Beş Arap’ın ortasında bir Türk kalınca mecburen onlara ayak uyduruyor. Fransız’dan çok Arap arkadaşımın olması bu yüzden. Fakat ben de belli bir yerden sonra mesafe koydum. Tabii bizim de onları aynı kefeye koymamamız lazım. Arapların arasında okumuşu da var okumamışı da. Bunları ayırmak gerekiyor.İzzet Sarıoğlu: Bizim birkaç dükkanımız var. Bayağı tanınmış hipermarketler. Müşterilerimizin çoğu Arap. Fransız da var yeni yeni. Birkaç senedir Fransızların Arapların kültürüne ilgi duymaya başladığını görüyorum.Abdurrahman Aslı: Fransa’da bazı mağazalarda Ramazan’dan önce bir reyon baştan başa Faslılara, Mağriplilere ait yiyecekler dizildi, satıldı; daha önce olmazdı. Büyük mağazalarda Kur’an ve diğer dinî kitaplar da satılıyor.Ufuk Kocakaya: Bugün Arap toplumu bizim gibi değil. Ne dinleri kaldı, ne dilleri, ne kültürleri. Sadece adları kaldı Müslüman. Fransızların sattığı dinî kitaplar, kendilerinin yazdığı kitaplar. İki-üç yıldır, İçişleri Bakanlığı’na bağlı Müslüman Konseyi var. Konsey başkanı aracılığıyla kendi istedikleri şekilde bir din empoze ediyorlar. Başkan ‘Biz Fransız Müslüman Konseyi olarak kurban kesmiyoruz, siz de kesmeyin.’ diyor.Abdurrahman Aslı: Araplar gerçekten kendilerini koruyamamışlar. Tamamen asimile olmuşlar. Türkleri babaları zorla da olsa yine teravihe götürür, cumaya gider, Kur’an okumasını bilir. Bugün bizim başımıza Türkçe öğretmeni geliyor. Devlet bunu gönderiyor. İmam geliyor. Araplarda ise böyle bir şey yok.

Kanlı Noel beklentisi

Ufuk Kocakaya: Paris’teki olayları isyan olarak algılamıyorum. Okul ve cami yakmayı şüpheyle karşılıyorum. Benim gözümde bir provokasyon. Buradaki Arapların çoğu kendi arabalarını yakmışlar. Çünkü onlar için bir isyan değil, bir protesto, bir fantezi. Burada medeniyetler çatışmasının olmasını isteyenler de var. Onca provokasyona rağmen bekledikleri gibi olmadı. En son Lyon’a, bomba attılar. Dökülsünler sokaklara diye, kimse dökülmedi.İzzet Sarıoğlu: Olaylar devam ederse içinden çıkılmaz bir hal alır. Daha önce 6 bin araba yanmışsa bu kez 12 bin araba yanar. Belki süpermarketler yanar. Her yıl yılbaşında arabalar yanar zaten. Acaba bu yılbaşında neler olacak diye bekliyor herkes.Abdurrahman Aslı: İzzet’le birlikte fastfood sırasındaydık. Yemek alacaktık. Bir başörtülü hanımefendi sırada bekliyor. Sıra ona geldiğinde bir yaşlı Fransız geldi onun önüne geçti. 30 yaşlarında diğer bir Fransız, ‘Sen ne yaptığını zannediyorsun? Bu benim cumhuriyetim.’ diye karşı çıktı. Fransızların arasında böyle insanlar da var. Sırası gelen geçecek önce.Ufuk Kocakaya: Hiçbir zaman abime ablama, ‘abi, abla’ diye hitap etmişliğim yok. Bunu Fransız kültürüne bağlıyorum. Genelde Fransızca versiyonu isimleriyle sesleniyorum. Ablamın ismi Hatice. Ben ona Hatis diyorum.İzzet Sarıoğlu: Neredeyse Türkçeyi unuttuk. Kendi aramızda da Fransızca konuşuyoruz. Sanki Fransızca dili bizi çekiyormuş gibi. Abdurrahman Aslı: Hiçbir zaman kendi ailemde serbest olmadım yani. Babam şu saatte eve gelinecek dedi mi gelirim. Bu bende iç çatışmaya yol açmadı. Babam beni free bıraksaydı belki ben şu anda üniversite okumayacaktım. Şu anda benim yaşıtlarımın yüzde 90’ı liseyi bile bitirememiş durumda. Babam bize atari almazdı. ‘Ders çalışın’ derdi. Ama herkesin vardı mesela. O kadar free değildik.

Müslüman ülkelerden gelenlere bakış rahatsızlık verici

Semih Vaner, 24 yıldır Paris’te CNRS (Center National de la Recherche Scientifque) adlı özel statüsü olan çok büyük bir üniversiteye bağlı eğitim birimlerinden biri olan ve yabancı toplumlar üzerinde uzmanlaşmış CERI’de (Centre d’Etudes et de Recherches Internationales) görev yapıyor. Türkiye’nin dış ilişkileri üzerine çalışıyor. Son zamanlarda Türkiye, siyasi sistemi, daha çok siyasi partiler ve din siyaset ilişkilerini anlatan bir kitabı yayınlandı. Ayrıca Deniz Akagül ile birlikte ‘Türkiye ile veya Türkiye’siz Avrupa’ adlı bir kitap yazdı. Türk-Yunan uyuşmazlığı hakkında Türkçeye de çevrilen bir çalışması oldu. Sizinle Fransa’nın nereye gitmekte olduğunu konuşmak istiyorum. Konuştuğum insanların çoğu hem göçmen politikası açısından hem de siyasi ve ekonomik açıdan kötüye doğru bir gidiş olduğunu söylediler. Siz de kötümserlerden misiniz? Evet, Fransa çok sağlıklı değil bu aralar. Bu teşhisi paylaşmamak mümkün değil. Kısa ve orta vadede çok büyük bir bunalıma girmez. Bir tarihi var, siyasi gücü var. Önemli bir sanayi ve tarım ülkesi. Fakat biz şu aralarda daha çok hastalıklarını görüyoruz. İlk gelenler bazı şeyleri göremiyor. Benim gibi uzun yıllar içinde yaşamaya başladığı zaman, insanın bakışı eleştirel olmaya başlıyor. Bir aydın olarak sizi ne rahatsız ediyor? Tabii bizi her şeyden önce yabancılara, özellikle Müslüman ülkelerden gelenlere bakışı rahatsız ediyor. Fransa, 5 milyon gibi bir rakamla Avrupa içerisinde en çok yabancıyı barındıran ülke. Bunların konumu, örneğin Almanya’da yaşayan Türklerin konumundan daha kötü. Burada yabancı göçmenlerin çoğu, Fransa ile henüz görülmemiş hesapları olan Mağrip ülkelerinden geliyorlar. Almanya’da 3 milyona yakın Türk topluluğu var. Almanların becerdiğini Fransızların becerememesi sadece tarihsel nedenlerle açıklanabilir mi? Belki Fransız ekonomisi Alman ekonomisi kadar güçlü değil. Gerek Mağrip ülkelerinden gerek Kara Afrika’dan gelen göçmen işçilerin önemli bir kısmı sosyal bakımdan marjinalleşmiş durumda. Almanya’da göçmenlerin yaşadıkları yerler diğer mahallelerden filan farklı da olsa kentin içindedir ve büyük bir marjinalleşme söz konusu değildir. Fransa’da kentlerin etrafındadır ve endişe verici olduğu yıllardır belli oluyordu. Bir başka önemli konu, çoğu Fransızca bilir. Hatta Fransız’dır. Fakat Fransız toplumu ile bütünleşememiştir. Bütünleşemedikleri için onlar mı suçlu, yoksa Fransız devleti mi? Kuşkusuz Fransız devletinin büyük bir sorumluluğu var bu marjinalleşmede. Bütün mesele yeterince iş sahası yaratamamak ve eğitim hizmeti sağlayamamakta yatıyor. Bunun sonucu olarak suça yöneliyorlar. Yoksa onları suça yatkın diye suçlamak mümkün değil. Tabii son yıllarda, Cezayir, Tunus, Fas gibi ülkelerin Fransa ile ilgili olan geçmişinde yatan, halen su yüzüne çıkmamış, o kolonizasyon döneminden kalan sorunlar var.

O kadar çok yazıldı çizildi ki, iki ay önce olayların ilk patlak verdiği Paris’in doğusundaki banliyölerin adlarını da oralarda yaşanan sefalet tablolarını da artık ezberledik:

Clichy-Sous-Bois, Montfermeil, Aulnay-Sous-Bois... Kara derililer, Müslümanlar, işsiz güçsüzler, çeteler, dışlanmışlar, düşük kiralı sosyal meskenler yani HLM’ler... İstanbul’da, evimizde otururken Fransa’nın ötekilerini tanıdık, dışlanmışlıklarının kışkırttığı isyanlarını hissettik, İstanbul’da evimizde otururken belki bir araba da biz yakmak istedik onlarla birlikte. Fakat bu bölgelerde Türkler de yaşıyor. Ben asıl onları merak ediyorum. Montfermeil mesela. Güneş battıktan sonra gitsem oraya. Manzarayı karanlığın örtüsüne sarıp öyle seyretsem. Ki gördüğünün dehşetinden fazla yaralanmasın kalbim, insanlarla konuşmaya mecali kalsın. Ne bir park, ne bir spor salonu hiçbir sosyal tesisin olmadığı, dükkansız, büfesiz sokaklardan ürpererek geçsem. Gözlerim süslenmiş Noel ağaçları arasa. Saçmalama, buralarda “özhakiki” Fransızlar yaşamıyor diye uyarsam kendimi. Bir köşeyi dönünce uzun entarili Arap kadınlarını görsem, öteki köşede pamuklu sivitşörtlerinin kapüşonlarını başlarına geçirmiş, elleri ceplerinde gruplar halinde dolaşan bad boy’lar çıksa karşıma, gözlerimizin karanlığı tokuşsa, arabada olduğuma, yanımda gazeteden arkadaşlarım Kaan’ın, Ahmet’in ve Emre’nin olduğuna sevinsem. Bir blokunda yüzlerce ailenin yaşadığı on katlı, evden çok hapishaneyi andıran, ışıksız, yıkık dökük, bazı pencereleri duvarla örülmüş, masal artığı kocamış bir dev gibi yan yatmış, minicik balkonlarına çanak antenler takılı bir binanın önünde dursak. İçimizden birini arabamızın başında nöbetçi diksek. Yıkık merdivenlerden çıkıp içeri girsek. Bir grup zenci karşılasa bizi. Kim olduğumuzu sorsalar önce. Türk olduğumuzu söylesek, inanmasalar, Türkçe selam verin bakalım, diye test etseler bizi. Sınavdan başarıyla geçsek. Sıra neden burada olduğumuza gelse, ‘Türkleri arıyoruz bu binada’ desem, “Haa!” dese, başka ses çıkarmasa. Siz burada ne yapıyorsunuz diye soramasam, korksam, “Belli ki hem binaya gireni çıkanı kontrol ediyorsunuz, hem de ot satışı yapıyorsunuz” diye aklımdan geçirsem. Karanlık maranlık belki gözlerimden okurlar diye başımı öte yana çevirsem. Posta kutularını görsem. Üzerinde minik hoparlörleri fark ettiğim an onlardan boşluğa yayılan müziği de duysam, “e tabii bütün gece burada müşteri beklemek sıkıcı, müziksiz olmaz” diye düşünsem. Posta kutularının üzerindeki isimleri okusam. Oh mon dieu desem, Emre Erdinç ismine rastlasam. “Çıkıp kapısını çalalım” diye tuttursam. “Neyle karşılaşacağımızı bilemeyiz, gidelim buradan” dese bizim Emre, daha önce gezdiği evlerdeki korkunç halleri hatırlatsa. Duymazlıktan gelsem. Ahmet beni desteklese.

‘Çocuğum Türk olduğunu unutmasın’

Adamın ziline bassak. Hiç de korktuğumuz gibi olmasa. İçeri davet edilsek. Minicik, eşyası tam, dağınık; ama tertemiz bir Türk eviyle karşılaşsak. Yirmi sekiz yaşındaki ev sahibinin hanımı ve iki çocuğunun “babasıgile gittiklerini”, sekiz yaşından beri bu bölgede yaşadıklarını, arabaların yanışını penceresinden bir film gibi izlediğini öğrensek. Türkçeyi öyle unutmuş olsa ki çocukken geçirdiği bir trafik kazası yüzünden okulu yarım bıraktığını, terzilik, video tamirciliği yaptıktan sonra binalara kapılar, kepenkler taktığını, ayda bin yedi yüz Euro kazandığını, bu eve üç yüz Euro verdiğini zorlukla anlasak. Bu kadar kötü bir evi bile aracılar vasıtasıyla bulabildiği için kendini mutlu saymasına, eşinin tahsil düzeyini hatırlayamamasına, bu bölgeden fazla dışarı çıkmadığına, çünkü burada kendini emniyette hissettiğine, gazete okumadığına, ara sıra televizyonda haberlere baktığına, kendisi Türkçeyi unutmuşken “çocuklarımın Türk olduklarını unutmalarını istemem” demesine üzülsek. Konuşacak fazla bir şey bulamasak, veda etsek. Clichy sous Bois’e geçsek. Hiçbir Fransız markasının gelemediği, bakkalıyla, eczanesiyle, restoranıyla Arapların, Pakistanlıların biraz da Türklerin konuşlandığı bölgede Ramazan ayındaki olaylar sırasında bütün camları aşağı indirilen Evim Möble’ye uğrayıp sahibi Sabri Arıcı ile konuşsak...

‘Türkiye’ye göç başlarsa şaşırmam’

Sabri Bey torna eğitimi almış. Pazarcılık yapmış, mezbahada çalışmış, şimdi iyi servis, düşük fiyat ve sağlamlığı esas alan iki mobilya mağazasıyla banliyölerde rakipsiz olduğunu düşünüyor. Arapların onun mağazasını hedef almalarını mahallenin en işlek caddesinde bulunmasına, vitrininin biraz gösterişli olmasına bağlıyor. Daha önce de camları kırılmış, arabaları çalınmış. Yılbaşında daha büyük olaylar bekliyor. Evi dükkanına 150 metre mesafede. “Fransızlar yabancılara ev vermiyor, zorunlu olarak burada oturuyorum.” diyor. Onun gibi siması, ismi ve teninden kaybedenler arasında ne yazık ki bir dayanışma olmuyormuş. Onunla konuşurken dinin bir çimento olamadığını düşünüyorum. Sabri Bey’in Fransızların Noel’ine karşı Müslümanların da Ramazan etkinlikleri düzenlemesi teklifi Arap esnaf arasında tepkiyle karşılanmış. Türklerle Araplar bayramlaşmazlarmış bile. “Sebep cehalet. Cahil insan ne yapar? Hem kendisine hem çevresine sıkıntı verir. Herkesin derneği kendine. Her grup kendi derneğinde toplanılmasını istiyor. Kimse kimsenin güdümüne girmek istemiyor.” diyor Sabri Bey.İş ahlakı bakımından Türkleri “en kepaze millet” diye eleştiren Sabri Bey Fransa’nın kalifiye olmayan kayıt dışı işgücüne göz yumarak işçi maliyetlerini düşürdüğünü, böylece Fransız işçinin taleplerini de yok saymış olduğunu anlatıyor: “Bizim mesela daimi mali müşavirimiz vardır. İşçilerimizin hepsi sigortalıdır. Ama Türk işletmelerinin çoğunlukla muhasebe kayıtları düzgün değildir. Bunun sebebi Türklerin hemen iş sahibi olmaları, vergi vermeden kısa sürede köşeyi dönmek istemeleri. Türkler yanlış yapıyor; ama Fransız hükümeti de yanlış yapıyor. Onların yanlışı bizi yok saymak. Onlar yok sayınca denetim hakkı da kalmıyor. Misal Fransa’da kağıtsız ikamet kesinlikle yasaktır. Ona rağmen, her iki senede bir yasa çıkarıp affediyorlar, bir yıllık evrak veriyorlar, yeniden düzenlemeye gidiyorlar. Bu ne demek? Buradaki o varlığı kabul ediyor aslında; ama ayrımcılığa da devam ediyor. Ucuz işgücünü kaybetmek istemiyor. İnşaatlarda en çok bu kepazelik. Adamın işletmesi vardır. beş tane işçi gözükür, yüz tane işçi çalıştırıyor. Bunlar bir senede şirketi kapatınca dünyanın parasını kazanıyor. Bunu devlet görmüyor mü? Baskınlar yapılmıyor mu, yapılıyor. Ama göz yumuluyor. Bu herkesin işine geliyor. Resmî ağız başka, uygulama başka.”sabri Bey, müşterilerinin çoğu Arap olduğu için onların zevkine uygun parlak renkli, iri desenli mobilyaları getirtmiş. Gösterişli dediği vitrine bakıyorum, g’sini bile göremiyorum, daracık, arka planı düz duvar, iki koltuk atılmış bu vitrin bile tepki çekip camları aşağı indiriliyorsa, durum vahim.. Mağazadan çıkarken Sabri Bey Fransa’da artık üretimin durduğunu, fabrikaların doğuya doğru kaydığını hatırlatıyor: “Türkiye’nin durumu şu an iyi gibi görünüyor. Böyle devam ederse insanlar Türkiye’ye döner. Tabii bizim en zorlandığımız konu çocukların eğitimi. Yoksa biz Türk milleti olarak çok fazla hesap etmeyiz. Hemen başka bir yere geçebiliriz.” diyor.

Kamyon almak için geldi, bir daha dönmedi

Gece ilerledi. Karnımız acıktı. Ocakbaşı adlı bir Türk kebapçısını açık yakalıyoruz. İçeride bir pano dikkatimi çekiyor. Üzerinde “Mutluluğun için dünyanı değil, kendini değiştir. Korkak insan herkesi suçlar. Bir gruba hükmeden adam akıllıdır. Ama kendine hükmedebilen adam alimdir” yazıyor. Sahibi Ahmet Eryılmaz’la tanışıyoruz. 11 yıldır buradaymış. Bir tane kamyon almak için uğramış. Geliş o geliş.Zor bir psikoloji, hem Türklüğüyle gurur duyacak, onu kaybetmemeye çalışacak, hem de Fransa’da yaşayan milletdaşlarıyla arasına mesafe koyacak. Çünkü buradaki Türklerin de Araplar kadar suça bulaştığını, hem kendi aralarında dolaştıklarını hem de birbirleriyle uğraştıklarını, Müslümanlığın örnek temsilcileri olamadıklarını düşünüyor. Öte yandan Türkleri pısırıklıkla, ayrımcılığa karşı isyan eden Araplar kadar cesur olamamakla suçluyor. “Türkler Cezayirliler kadar bir yiğitlik gösterip, kendilerini ifade etmiyorlar. Cezayirli gençlere helal olsun. Sonuçta hakkını savunuyor adam. Yoksa nasıl sesini duyuracak? Adam gidiyor bir iş alıyor. Diyor ki nedir adın, benim adım Muhammet. Hakim, Arap ismi, sana iş yok, diyor. Ben buna şahit oldum. Ama Türk gençleri onu dahi yapamıyor. Doğru dürüst Türkçe de konuşamıyorlar. Siyasi görüş ve mezhep ayrımı yapıyor, birbirlerini sömürüyorlar.” diyor.Dört çocuğu var. Hepsi okuyorlar. Okul ve aile değerlerinin çatışmasından rahatsız. Fransızlardan hiçbir zaman maddi zarar görmemişler: “Ama maneviyat olarak bizlere çok büyük zararları vardır. Öğretmenler ellerine imkan geçtikçe Türkleri ve İslamiyet’i kötülerler. Yahudilerden esirgemedikleri hoşgörüyü bize göstermezler. Burası laik bir ülke olmasına rağmen, benim çocuklarıma Müslüman olduklarını bile bile Noel’de evinize nasıl bir çam alacaksınız, baban ne düşünüyor, diye sorulabiliyor. Çocuk haliyle kendini suçlu ve dışlanmış hissediyor.”Ahmet Bey durumdan böyle şikayet ediyor; ama Türkiye’ye dönmek için de Fransa’nın vatandaşlığını alması, çocuklarının sürekli oturum iznine kavuşmalarını şart koşuyor. Demek ki zihninin arka planı çocuklarının vatanının aslında Fransa olduğunu söylüyor. Şu anda hemen dönemezmiş, Türkiye’nin siyasi istikrarı yokmuş, güvenemiyormuş. Diğer yandan hem Türklerle sıkı fıkı değil, hem de Fransızlarla görüşmüyor. Tam bir sıkışmışlık hali. İthal gelinler için Paris’in bir açık hava hapishanesi olduğundan bahsediyor. Bir mağazada bir Türk çiftle karşılaşmış. “Tesettürlü, dünya güzeli, hanım hanımcık.” diye nitelediği genç kadının kocasına “Selami hayatım şundan alalım mı?” diye sorduğunda, kulağı küpeli genç adamın “Ben hayat mıyım, doğru konuş.” diye karısını hırpaladığına tanık olmuş. Kız ezilip büzülerek “hayatım” demenin kötü bir şey olmadığını anlatmaya çalışıyormuş. Adam hakaretlerinin dozunu gittikçe artırıyormuş. “Şu adamı bir evirip çevirip dövsem” diye düşünmüş; ama eşi mani olmuş: “Yazık ediyorlar Türk kızlarına. Burada gençlerin yüzde doksanı uyuşturucu kullanıyor. Çocuklar ailelerinin yanında ayrıdır. Evliler eşlerini ezer; Fransız kızlara kendilerini beğendirmeye çalışır. Halleri o kadar acıklıdır ki. Hani şu Türk televizyonlarında ‘Kadının Sesi’ gibi programlar var ya, orada anlatılanlar bunların yanında hava cıvadır.” Çıkışta tekrar panodaki yazıyı okuyorum. ‘Mutluluğu için ne dünyasını ne de kendini değiştirebilene, ne bir gruba ne de kendine hükmedebilene ne derler peki?’, diye soruyorum.

http://www.gencbilim.com/haber/haber_ozeldosyalar_goster.php?id=61

FRANSA'da Türk Olmak (SON BÖLÜM)

Sadık Balcı, ilkokul mezunu.Rize’de çay toplarken kendini birden ithal damat olarak Fransa’da buldu. Zengin olurum diye heyecanla geldi; ama umduğunu bulamadı.

22 yıldır Strasbourg’da yaşıyor. Belediyenin Aviator semtinde Çingeneleri göçerlikten kurtarmak için yaptırdığı evlerin ihalesine 11 Türk firması ortak olarak girmiş, Sadık usta dış cephe kaplamalarını üstlenmiş. 95 bin Euro’ya mal olan her evden kendisine vergisi çıktıktan sonra 2 bin 100 Euro kalıyor. 84 ev yapacak böyle, 15 tanesini yapmış. Fena iş değil; ama her zaman çıkmıyor böyle iş. Fransız televizyonunu izlemiyor, gazetelerini takip etmiyor, 22 yılda bir kere sinemaya gitti. O da bir Amerikan filmiydi. Restoran deyince McDonald’s’ı anlıyor. Sendikalı değil. Dişlerinde eksikler var. “Beni rahatsız etmiyor” diye yaptırmıyor. Türkiye’ye dönmeyi düşünmüyor, artık kendini her şeye rağmen “Fransalı” sayıyor.

İthal damat olmanın sıkıntılarını yaşadın mı?

Benim için en büyük sıkıntı şu yazma ve okuma meselesi. Yazıp okumayı bilsem hanıma muhtaç olmadan kendi işimi kendim yürüteceğim. Ama şimdi hanıma muhtacım.

Dolayısıyla evde patron hanım mı oluyor?

Paylaşamıyoruz patronluğu. O diyor ki ben patronum. Ben diyorum ki işi ben yürüttüğüme göre patron benim. Sen diyorum benim peşime takıl, bana yardımcı ol. O da diyor ki sen yeni geldin. Bir şey bilmiyorsun. Ben uzun zamandan beri buradayım. Ben buraya geleli 22 yıl oldu; ama o 8 yaşındayken geldiği için benden 12 sene kıdemli yani.

Bu, aile ilişkilerini nasıl etkiliyor?

Ben bir tarafa çekiyorum, o bir tarafa çekiyor. Onun için de sıkıntımız oluyor. Mesela bu sabah kağıt işleri vardı (muhasebe demek istiyor). Üç haftadan beri halledemedik. Neden, ben iyi Fransızca bilmediğimden dolayı.

Niye 22 yıldır öğrenemedin? Ayıp değil mi?

Çok ayıp tabii de. Ben şimdi devamlı aklımı işe verdiğim için pek fazla dilimi geliştirmeye zaman ayıramıyorum. Benim durumumda çok Türk erkeği var. Yani devamlı hanıma muhtaç durumda yaşıyorlar.

Öfkelerini kadınlarını döverek mi gösteriyorlar?

Olabilir. Beş yıl oldu, depresyona giriyordum, çok sıkıntım vardı, ben bir iki kere dövdüm. Bundan sonra zannetmiyorum döveceğimi. Dövmekle hallolmadı bir şey. Dövmek acizlik.

Neye kızmıştın?

Ben gözüme bir işi kestirmişim, bir şey yapmak istiyorum. O devamlı engel oluyor ve bir de çocukları kendi tarafına alıp bana kışkırtıyor. Beni frenlemek istiyordu o zamanlarda. Ben de işe girmiştim, yarıda bırakamazdım. Bunu ona anlatamayınca, o da devamlı sağda solda babamdan, kardeşimden yardım istemeye başlayınca dövdüm bir iki sefer. Beni engelliyordu. Benim iş yapma kabiliyetim vardı. Ben 12 sene bir Fransız firmasında çalıştım. İnşaat, aynı bu işti yine. 12 sene içinde mesleği çok iyi öğrendim. Ben emir altında çalışmayı istemiyordum. Kendim bir şeyler yapmak istiyordum. O da böyle bu çevreyi göremiyordu. Göremeyince de işçi olarak orada kal diyordu, beni sınırlandırıyordu.

Dövünce ne oldu?

Gitti, eve polisleri çağırdı. Aslında ben bir tane vurmuştum. Ama düşmüş mü ne yapmış, gözü şişmiş. Polisler eve geldi. Seni asarız, keseriz, sınırdışı ederiz dediler. Sonra polislerle de arkadaş olduk yani. Durumu düzelttik. Senin karın cebbar, akıllı, herkese yardım ediyor.

Onunla gurur duymuyor musun?

Benim hanımın bir şeyi var. Birileri bir şey söylüyor, hemen o tarafa yönleniyor. Yani evi unutuyor, beni unutuyor. Birine yardım diyelim. Dış taraftan birileri gelsin. Desin ki şurada bir mazlum var, düşmüştür. Yardım edilecek, hemen koşar. Beni unutur. Aman bu bey burada bekliyor da demez. Çocukları okutalım, yüksek yerlere gelsinler, büyük insan olsunlar. Ama zamanımız olursa başkalarına zaman ayıralım. Böyle bir şey yok. Sanki oraya mıknatıs gibi bir şey çeker, hemen koşar gider.

Ama dil bilen, yol yordam bilen az kadın var. Birilerinin bunu yapması lazım. Bunu takdir etmek lazım değil mi?

Takdir etmem lazım da onsuz bütün kağıt işlerim aksıyor. İnşaat sektöründe Türkler arasında rekabet çok. Ama beni çok fazla etkilemiyor. Benim rakibim pek yok. Yani benim işimi yapan yok. Duyuyorum ki Türkler rekabetten dolayı parayı kırıyorlar. Bazıları o paraya çalışılmaz diyor. Vergiler çok ağır burada. Ben onlara değil, önüme bakmak istiyorum. Ama arkadan çok vergi var. Bilmem bu kadar vergiyi nasıl buluyorlar, nereden buluyorlar?

Sen iş açısından eşine bağımlısın. Allah korusun ona bir şey olsa sen burada işini nasıl sürdürürsün, ne yaparsın?

Eşime bir şey olsa tahminim ben bu firmayı kapatırım. İşçiliğe dönerim. Çünkü burada çok şey kağıt ile dönüyor.

Fransızca bilen başkasıyla evlenmez misin?

Bilmiyorum. Hanıma, bazen kızdırmak için ‘Benim Fransız sekreterim, bana iyi bakıyor. Müsaade et, evleneyim’ diyorum. O da bunu ciddi zannediyor. Bir taneyi zor kaldırıyoruz. Zaten ömrümüz kısaldı. 45 yaşına geldik. 10 sene daha normal yaşarsak ne ala.

Kendini ne zaman Fransız hissediyorsun?

İş hayatımda şantiyelerde kendimi Fransız hissediyorum. Ama bazı dairelerde insanların bakışları veya tavırları bana yabancı olduğumu hissettiriyor.

Türkiye’ye izne gittiğin zaman seni ne rahatsız ediyor?

Memlekete gidince yapılmayan veya yarım yapılan, işçiliğe çok özen gösterilmeyen işler beni rahatsız ediyor. Keşke diyorum buradakiler Fransa’ya gelip bir görseler. Fransa’dan öğrendiğim en güzel şey bu çalışma prensipleri. İşi olması gerektiği gibi yapmayı çok seviyorum.

Strasbourg’da bir yardım meleği

Adı Meryem Balcı. 42 yaşında. 34 yıldır Strasbourg’da yaşıyor. Muhasebe okudu. Babası cam işçisiydi. 12 yaşından itibaren sokakta, hastanede, mahkemede, okulda Türklerle Fransızlar arasında tercümanlık yaptı.

Onun da kocası ithal damat. İki çocuğu var.

Savcılığın bir yan organı olan mağdurlara yardım derneğinde görev yapıyor. Hem davalılarla mahkemeler arasında köprü rolü oynuyor hem de eziyet gören, çocukları kendilerinden koparılan kadınların psikolojik ve hukuki destek almalarına, dil öğrenmelerine yardımcı oluyor.

Birçok kadının evde çaresiz bir şekilde oturmaktan kurtulup çalışmalarına vesile olmuş. Dinlerarası diyalog, kermes vs. gibi Türk etkinliklerine ilkokul, ortaokuldaki Fransız hocalarını çağırdığında onlar koşarak geliyorlar.

Politikaya girmeyi düşünüp düşünmediğini merak ediyorum. Türkler için iyi bir rol model olabilir. Sosyalist parti teklif etmiş; ama o ‘düşünmüyorum’ demiş. Meryem, Rize şivesini yitirmemiş, Fransızcası mükemmel. Kimin yardıma ihtiyacı varsa ona koşuyor. Kendini aşmış bir Laz bacısı. Belediye başkanının verdiği bir yemeğe davet edilmiş.

Eşi “Utanmayacak mısın, tek başı kapalı sen olacaksın o resmi yerde?” diye şaşırmış. “Neden utanayım ki? Beni nasılsam öyle kabul ettiler zaten. Gittim yemeğe. Kimse yan bakmadı bana, örtüme tek laf edilmedi.” diyor.

Bir başka yemekte bir Türk ‘Neden gidip Fransız derneklerine çalışıyorsun da Türk derneklerine gelmiyorsun?’ diye sormuş. Şöyle cevap vermiş: “Siz beni türbanımla kabul etmiyorsunuz da ondan.”

Türklerin ona bakışını da şu sözlerle özetliyor: “Türkler bana diyorlar ki, ‘Sen bir Fransız gibi kiliseye, cenazeye neden gidiyorsun? Kendine güvenebiliyor musun?’ Yani din değiştiririm diye korkuyorlar.

Bu onların kendi güvensizlikleri. Peygamber Efendimiz bir Yahudi’nin cenazesine nasıl saygı göstermişti unuttun mu? İlk gittiğim bir cenazede bir Fransız geldi yanıma. ‘Biliyor musunuz ilk defa başı kapalı bir bayan gördüm ve çok memnun oldum.’ dedi. Onun o söylemesi yetti yani bana.” Anlaşıldığı gibi, kendilerinden biri de olsa Türk kadınının, onların yapamadığını yapması, toplumla kaynaşması, aktif bir şekilde çalışmasını hazmedemiyor Türkler.

Meryem onlara kendi yetersizliklerini gösteren bir ayna oluyor. Ama o, güçlü kişiliği nedeniyle bunu problem yapmıyor. Belki Fransa’da değil Türkiye’de okusaydı bu kişiliği baskı altına alınacaktı. Nitekim beni haklı çıkaran şu değerlendirmeyi yapıyor:

“Benim on yıldır ehliyetim var. Türkiye’ye gittiğimde arabayla gezecek olsak diyorlar ki: ‘Ya nasıl oluyor, siz tek başınıza nasıl gidiyorsunuz?’ Ben Fransa’da bazen 1.000 kilometre yol yapıyorum. Uzak yerlere tek başıma gidiyorum. Diyorlar: ‘Ya nasıl gidiyorsun? Olamaz. Belki araba bozuldu, belki bir şey oldu. Kadın başına gidemezsin’. Çok şaşırıyorum. Türkiye’ye bir hafta gezmeye gittim. Ev eşyasına olsun, kıyafetlerine olsun ne kadar çok önem veriyorlar. Bizim burada her sene bir mobilya alayım gibi bir düşüncemiz yok. Tek istediğimiz huzur.”

Kocası Sadık Bey halasının oğlu. İnşaatçı. Binaların pimapen işlerini yapıyor. Peki kendisi nasıl çözmüş problemleri? “Ben her şeye ‘he ya’ demem. Bazen sana söylenilenin tam tersini yapmak gerekiyor bence. Bazen bana diyordu ki: ‘Sen sakın beni geçmeye bakma, arkamdan gel’. Öyle bunaldığım günler oldu ki, ehliyetim olmasaydı, okumamış olsaydım, evde otursaydım daha güzel olurdu demeye vardırmıştım işi.

Beyim ‘Ben sensiz yapamam’ der her zaman. İş konusunda anlaşamadığımız olur. Mesela bu inşaat malzemelerini koyduğumuz depoyu aldığı zaman ‘Bura bize çok büyük; burayı almayalım.’ dedim. Sonra beyim tamamen işyerini satmak istiyor. Bazen daralıyor. Fransa’nın en büyük yükü vergiler. Şimdi bize gelen deponun vergisi 4.200 Euro senelik. ‘Satalım, başka iş yapalım’ diyor. ‘Ben ölürsem ne yapacaksın?’ diyor. Ben de ‘Sen yeter ki öl’ diyorum, ‘bana bir şey olmaz’ diyorum. Ölümü hiçbir zaman istemeyeceksin. Burayı satarken bile başımıza belki başka bir hal gelir diyorum. Altı yıl daha sabretsek buranın mülkü tamamen bizim olacak. Şimdi ayda 1.200 Euro ödüyoruz.”

Fransa’daki Türklerin iş hayatları ve içinde yaşadıkları toplumla bütünleşmeleri açısından Almanya’nın 20 yıl gerisinde kaldıkları rahatlıkla söylenebilir.

Türkler Fransa’da daha çok inşaat sektöründe yoğunlaşmışlar. Bu alanın dışında kimler var, deyince karşıma Fransa Aktif Türk İşadamları Derneği çıktı. İşçi yardımlaşma derneği ile, ithal damat ve gelinlerle, inşaatçılarla, öğrenci ve akademisyenlerle konuşup işadamlarını es geçemezdim.

Paris’te bir büroda toplantı yapacaklarını öğrenince, birkaçıyla konuşma fırsatı yakaladım. Derneğin henüz bir yıllık bir geçmişi, aktif olarak çalışan 50 üyesi var. Fransa’ya ilk göçün 1972’lerde başladığını hatırlarsak biraz geç kaldıklarını düşünebiliriz. İşçi ya da öğrenci konumundan işveren statüsüne geçmeleri uzun yılları alsa da, şimdiki hedeflerinden etkilenmemek mümkün değil. Onlar da başlangıçta yeterince para biriktirip, ya da öğrenimlerini tamamlayıp Türkiye’ye dönmek istemişler.

Vatana en kötü ihtimalle “uçağın altında” yani tabutla döneceklerini düşünüyorlarmış. Yıllar önce bir gün Fethullah Gülen’in yolu Paris’e düşmüş. Bugün derneğin faal isimlerinden biri kendisine uçağın altında da olsa Türkiye’ye dönme arzusundan bahsedince Gülen “Hayır” demiş: “Sizler buralısınız artık, mezarlarınızı buradan almalısınız. Fransa’da hayat buluyorsunuz, diriniz gibi ölünüz de burada kalmalı.” O kadar sarsıcı bir cevapmış ki, o an itibarıyla beyninde keskin bir u dönüşü olmuş, uçağın altını da üstünü de unutmuş ve bütün enerjisini Fransa’ya vermeye başlamış.

İş kurmak için 25 belge

Türklerin küçük esnaflıktan işadamlığına giden serüvenlerinde, dernekleşip Türk, Fransız, Arap demeden aynı göğün altında birlikte nefes aldıkları tüm Fransız vatandaşlarına hizmet etme gücünü almalarında bu felsefe var: Sadece kendinize değil herkese hizmet vereceksiniz. Derneğin koordinatörü Tamer Bayraktar’dan öğrendim; derneğin çatısı altında İdef adlı bir Fransız firmasında çalışırken 4 yıl sonra bu Fransız firmasını komple almış, yüz kişi çalıştıran biri de var. Fransa’ya eğitim için gelmiş, bilgisayar mühendisi olmuş ve buradaki resmî dairelere yazılım olarak en büyük hizmetleri sunan biri de...

Türkler yavaş yavaş turizm sektörüne ve emlakçiliğe kayıyorlar. Fransa’da emlak ajansının onayını almadan ne işyeri tutabiliyorsunuz, ne eviniz olabiliyor. Mutlaka bir ajans bütün dokümanlarınıza bakacak, ‘siz bu kirayı verebilirsiniz’ veya ‘bu evde kalmaya layıksınız’ diye size beyanda bulunacak. Şu anda bu işi yapan Türklerin sayısı on beş. Tabii beş yüz bin Türk için az. Ama işyeri ya da evlerini kiraya vermek isteyen Fransızların başvuru kağıtlarının bir köşesine “EA” yani ‘yabancıya vermeyin’ işareti koydukları hatırlanırsa yine de on beş Türk emlakçisi umut demek.

Madalyonun arka yüzünde, Fransızların bu ayrımcılığını kışkırtan bir durum da var. Türkler dahil tüm yabancı gruplarda iş ahlakına uygun davranmayanlar çoğunlukta. Vergi kaçırmak için iki yıldan sonra şirketini bir başkasına devredip devlete ödeyeceği 150-200 bin Euro’luk parayı ceplerine indiriyorlar. Ve sonra bir şirket daha kuruyorlar, tabii bu kez eşlerinin üstüne. Bu durumda Fransızlar da kendilerini apartmanı ile, şirketi ile, kişiliğiyle yabancılardan soyutluyor.

İlk zamanlar Fransa’ya gelen Türklerin bir imzalı kağıtları hem senet, hem itibar olurmuş, bütün işlemlerini o kağıtla yaparlarmış. Bugün Fransızlardan üç dört tane belge isteniyorsa Türklerden yirmi beş tane belge istiyorlar. Tabii bu ayrımı hak etmeyen dürüst iş yapan Türkler bu durumdan zarar görüyor. Kredi almak için bir imza yetiyorken, şimdi ev, araba, maaşınla ilgili garantiler, kefiller, üç yıllık deneme süreleri gerekiyor.

Tabii sahtekârlar hemen savunma mekanizması oluşturup yaptıkları hatalara bahaneler buluyorlar. Türkiye’de vergi vermeye alışmamışlar. Fransa’da uzun yıllar kalmayı planlamış, bu yüzden ‘Kazandığım 300 Euro’nun yarısını neden vereyim ki Fransa’ya?!’ diyorlar.

Tamer Bayraktar’a, “Ayrımcılık uygulanan birden fazla grup var. Neden aralarında dayanışma değil de gerilim oluyor?” diye soruyorum. “Olamaz; çünkü Afrikalılardan, buradaki diğer yabancılar kendilerini ayırmak istiyor. Onların araba yakmak, telefon kulübesi kırmak gibi şık olmayan tepkilerine ortak olmak istemiyorlar.” diyor. Telefon kulübelerini kırdıklarını duymamıştım. Tamer Bey açıklıyor: “Her on günde bir her mahallenin telefon kulübesi kırılır. Fransız hükümeti de onu cezalandırmaz. Yani sen madem kırıyorsun, telefon kulübesiz kal sen kardeşim, demez. O telefon kulübesini o hafta yeniler. Benim mahallemin köşesindeki telefon kulübesi 15 günde bir parçalanır. Buna rağmen Fransız devleti oraya polisle gelip de bunu kim yaptı gibi bir araştırmanın içine girmez.”

Kendisini Fransız hissediyor

Mehmet Özen: 25 yıldır Paris’te yaşıyor. Erzurum Atatürk Üniversitesi Fransız Filolojisi mezunu. Mastır yapmak için geldiğinde Paris’te Türklerden fazla dil bilen yoktu. O da öğrenim sonrası hayatına tercümanlık ve muhasebecilikle başladı. 85’te Türkiye’de tekstil ticareti yapan bir tüccar ile ortak bir şirket kurdular ve 17 yıl tekstil ithalatı yaptılar. İki sene önce Çinliler piyasaya girince Türkiye’den mal getirmek ilginç olmaktan çıktı. Bunun üzerine kendi özel işini kurmaya karar verdi.

Bugün, Paris’in daha çok Yahudilerin yaşadığı 20’inci bölgesinde kuru temizleme ve elbise tamiri yapan iki dükkanı var. Kısa zamanda zengin olma düşüncesiyle ticaret yapmadı. O nedenle müşterileriyle ilişkileri çok olumlu. Para kazanmayı ikinci plana attı, Fransızlarla dostluk kurmak, Türk işadamının nasıl olduğunu, Türklerin nasıl bir karakterde olduğunu göstermek gibi bir misyon yüklendi.

Bugün bazı Fransızlar “Ben Fransızlığımdan utanıyorum, sizin yapmış olduğunuz servis karşısında. Bir Fransız bunu yapmaz. Biz hep kendimizi düşünürüz.” demeye başladı. Peki ne yaptı da onları böyle etkiledi? Ufak söküklerin tamiri ve papyon gibi küçük parçaların temizliği için ücret almadı. Bu kadar olağan bir şey, 1 Euro da olsa verdiği hizmetin parasını eksiksiz isteyen Fransızların gözünde olağanüstü soylu bir davranış olarak görünüyor. Piyasada adı duyuldu ve uzak bölgelerden dahi iş almaya başladı.

Mehmet Bey’e göre Türkler arasındaki en üzücü durum, karşılayamayacakları angajmanlara, lüks harcamalara girip sonra onu telafi etmek için sahtekârlığa tevessül etmeleri. “Altımda Mercedes’im olsun, ama cebimde param olmasın, önemli değil” diyen hemşehrilerinin aksine, 5 bin Euro’luk araba alma imkanı olduğu halde mütevazı bir yaşam sürüyor.

Göçmen grupları arasında dayanışma olmamasını birbirlerine ekmek kaptırmaktan korkmalarına bağlıyor ki bu hiç de Müslüman’ca bir yaklaşım değil. Çünkü rızkın kefili Allah’tır, diyor.

Kendisine düzenli olarak iş getiren insanları muhtaç olduğunu düşündüğü başkalarıyla tanıştırıyor, gelen işleri zor durumda olanlara da aktarıyor. Komiserinden milletvekiline kadar her seviyeden çok sayıda Fransız arkadaşı var.

Artık kendisini bir Fransız hissediyor. Nitekim hisleri karşılıksız kalmamış. Bölge valiliğinden örnek işadamı, örnek vatandaş madalyası almış. Fransızlara iş veriyor İşyerlerinde Türk ve Faslıların yanı sıra Fransızlar da çalışıyor. “Beni en çok gururlandıran şey, onların memleketinde onlara iş vermek. Ben şu millet bu millet, şu dinden bu dinden ayrımı yapmam. Kim güzel çalışırsa benimle kalır. Eskiden yabancıların yaptığı iş farklıydı, Fransızların farklıydı. Ben dedim, bir gün bu Fransızların yaptığı işi yapacağım. Çok şükür bunu başardım.” diyor.

Türkiye’de kalmış olsaydı işinden evine gelip giden, geçim sıkıntısı çeken sıradan bir öğretmen olarak kalacağını düşünüyor: “Fransa’daki şartlar beni işadamı yaptı. Türkiye’ye ve buradaki çoğu vatandaşlara faydalı olmamı sağladı. Ben çok zor şartlarda okudum. Belli bir seviyeye gelirsem zor durumda olan talebeleri okutmak istiyorum, demiştim. Bugüne kadar Türkiye’de bir doktor, bir mühendis, bir öğretmen, bir de hemşire yetiştirdim. Allah’a bin şükür.

Çok kültürlülüğü tanıdım burada. Değişik milletlerden işadamlarıyla tanıştım. Dünya görüşüm gelişti. Biz buraya iki maksatla geldik. Birisi ekonomik, birisi manevi. İkisine de ulaşmış vaziyetteyiz. Yarın öbür dünyada sordukları zaman gittik, biz hizmetimizi yaptık diyeceğiz.”

Mehmet Bey bundan sonraki hedeflerini de işadamları olarak güç birliği yapmak, Fransa’da yeni yetişen gençlere iş imkanları sağlamak, onların önünü açmak olarak açıklıyor. “Dürüstlüğümüzü, çalışkanlığımızı Fransızlara göstermemiz lazım. Ben Fransızlığımdan gurur duyuyorum. Yeni neslin de böyle hissetmelerine yardımcı olacağız.” diyor.

‘Çocuklarımız esnaf olmasın’

Necati Çertel. Fransa’da doğdu, 31 yaşında. Otomobil teknikeri. Fransa milli eğitiminde yedi yıl öğretmenlik yaptı. Geçen seneden bu yana hazır mutfak yapıp satıyor. “Fransa nereye gidiyor?” sorusunu şöyle cevaplıyor: “Fransa’nın yabancılarla alakalı problemini inşallah yaptığımız çalışmalarla çözeceğiz. Diyalog hizmetleri başladı. Afrikalıların yaptığı, kırma yakma işlerini Müslümanlığa bağlıyorlar. Biz bu imajı kıracağız. ‘Müslümanlık bu değil!’ diyeceğiz. Bunun için özel okul açıp hem yabancıları hem Fransızları eğiteceğiz. Özellikle Kuzey Afrikalı halka kendimizi göstermemiz lazım.”Mehmet Bozaoğlu. 1986’da geldi. Tekstil işiyle uğraşıyor: “Bizim bire bir Türk toplumu olarak Fransa ile ilişkilerimiz çok zayıf, bir türlü bunu yırtamadık. Şimdi tek amacımız bunu geliştirmek. Çocuklarımızı en üst seviyede okullara gönderebilmek. Çocuklarımız esnaf olmasın. Bürokrat olsun, en azından öğretmen olsun. Üç çocuğum da özel okula gidiyor. Bazı Türkler çocuklarına yatırım yapacaklarına paralarını ev ve dükkan almaya harcıyorlar. Halbuki çocuğun eğitimine para harcamaları lazım. Yarın bir gün bu çocuk kendisini kurtardığı zaman senin malına zaten ihtiyacı kalmayacak. Fransızlarla aram gayet iyi. Okul müdürüne, banka müdürüne bir davetiye gönderdim Mevlevîlerin bir gecesi için, seve seve geliriz dediler. Daha önce mesela Zaman gazetesinde bir iftar yemeği vardı, Fransız komşularımı getirmiştim. Kadına sordular işte röportaj yapılırken Samanyolu TV’de. ‘Türkleri nasıl tanıyorsunuz?’ dendi. Ben mesela o gün çok gurur duydum. Dedi ki: ‘Ben Türk olarak bir tek bu aileyi tanıdım. Bütün Türkleri de böyle tanıyorum artık.”

HİLMİ ÇALIŞKAN:

Türklerdeki vizyon hiçbir millette yok Hilmi Çalışkan. Derneğin başkan yardımcısı. 1977’den beri Fransa’da. İstanbul’dan geldi. Mesleği terzilik. Perakende bayan giyimi ticareti yapıyor. Detay mağazalarının sahibi. Bir de mülk alım satımıyla uğraşıyor. Ayrımcılıkla hiç karşılaşmamış. Sadece ilkokulu Fransa’da okuyan daha sonra Türkiye’ye dönen 22 yaşındaki oğlu tekrar Fransa’ya dönmek istediğinde büyük zorluklar yaşamış. Valilikte büyük bir taşkınlık yapıp ‘kendimi yakacağım’ diye tepki vererek, skandal yaratma tehdidinde bulunarak bu sorunu çözmüş. “Fransa iyiye mi gidiyor, kötüye mi?” sorusuna “Kötüye gidiyor. Türkiye’nin AB’den alacağı hiçbir şey yok. Onların bizden alacağı çok şey var. Türklerdeki vizyon hiçbir millette yok. Daha yeni yeni uyanıyoruz. Başlangıçta vasıfsız insanlar gelmiş; ama şimdi vasıflı insanlar yetişiyor.” diyor.

NEVZAT CEYLAN:

Fransa bize aş verdi, borcumuzu ödeyeceğiz Nevzat Ceylan. 20 yıldır Fransa’da yaşıyor. Yozgatlı. Sosyal bilimler fakültesi mezunu olarak, mastır yapmak için geldi. Sonra doktora, evlilik derken süreç uzadı. 94’te Türkiye’ye döndü; fakat şartları çok değişmiş gördü. Fransa’da yaşamaya karar verdi. On beş yıl mali müşavirlik yaptı. Şu anda hazır giyim üzerine çalışan uluslararası bir şirketin Fransa ayağının müdürü. Dönmeye niyeti yok. O da “Buranın insanına hizmet edelim, burada gömülelim” diyenlerden. Fransa’da iyi eğitimli bir göçmen toplumunun oluşmasının hem Fransızlar hem de Türkiye için kazanç olacağını düşünüyor. “Paris’in banliyösünde bir yer satın alındı. Herkese açık bir okul olacak. Lyon’da da okullaşma için aktif bir şekilde çalışıyorlar. Fransızları seviyoruz, Fransa şu veya bu şekilde bize kucak açtı. Vefa borcumuzu ödemek istiyoruz.” diyor.

Bugün size K'yı anlatacağım. Suretini saklamamı istedi benden. O yüzden Türkiye'de K iline bağlı Ö köyünde doğup Fransa'ya gelin gönderilen bir Türk kızı olduğunu belirtmekle yetineceğim.K, Avrupa Türklerinin en büyük sosyal yaralarından ithal gelin-damat trajedisini temsil ediyor. Onun durumunda binlerce kadın var. Araştırmalar, Fransa'da yaşayan Türk kızlarının yüzde 98'inin, erkeklerin yüzde 92'sinin Türkiye'den evlendiğini söylüyor. Almanya'da ise bu şekilde yapılan evliliklerin oranı yüzde 60'ı aşmış durumda. Belçika'da her yıl bin 300 kişi evlilik yoluyla Belçika vatandaşı oluyor.

K ile tanışmak, sadece Avrupa'yı değil, Türkiye'yi de anlamak demek.23 yaşındaki K ile Strasbourg'da, bomboş denecek kadar az eşyalı; ama başından geçen onca olaydan sonra kendini güvende hissettiği bir apartman dairesinde konuştum. Günün birinde yapımcılar Avrupalı Türklere dair dizi film çekmek isterse, işte senaryosu.

Ona ölen ablasının nüfus cüzdanını vermişler, doğar doğmaz dört yaş birden yaşlanmış. Köyünden hiç çıkmamış. Liseyi bitirdiği yıl henüz 15'indeyken onu Fransa'da araba tamirciliği yapan birine sözlemişler. Babası köyün ağasıymış; “Ölmeden evvel evlendiğini görmek istiyorum.” demiş. Sözünü kimse dinlemezlik edemezmiş. Kırk gün sonra babası ölmüş. Annesi, “Artık geri dönemeyiz. Babanın verdiği söz yerine gelecek.” demiş. K “Bunu bana yapamazsınız.” dese de kimse onu dinlememiş.

Evden dışarı çıkması yasak

K, kayınvalide ve kayınpederin “gardiyanlığını” yaptığı bir “hapishane evde” yaşamaya başlamış. Eşi de kendisi gibi anne-baba lafından dışarı çıkamayan biriymiş. K'ya eski Türk filmlerini aratmayan eziyetler yapıldığında hiç sesini çıkarmamış. K'nın görümcesine damat almak için Türkiye'ye gittiklerinde K hamileymiş. Kayınvalidesi artık kendi malı saydığı K'nın, annesine selam bile vermesini yasaklamış. K, Fransa'da çektiği çileyi annesinden gizlemiş. Ablasından yardım istediğinde “Karnında beben var, çileni çekeceksin.” cevabını alınca tekrar çaresiz Fransa'ya dönmüş. Ve tabii aşağılanmaya, yok sayılmaya devam etmiş. Kendi kararlarını kendileri vermeye başlarlar da Fransızlara benzerler diye korkuyormuş kayınvalide. Öyle ki oğlu ile gelinin anne ve babalığını da almış ellerinden. K'nın kızı babaannesine anne, büyükbabasına baba der olmuş.

Görümce ve ithal damat olan eşiyle aynı evde kalıyorlarmış. Evin bütün işleri, çalışan görümcenin bebeğine bakmak dahil K'ya aitmiş. Fransızca öğrenmek şöyle dursun, Türkiye'deki annesine telefon açması yasakmış, annesi aradığında da konuşturulmuyor, “Kızın burada yok” deniyormuş. Evden dışarı çıkması yasakmış. Dört sene içinde iki sefer sokağın karşı tarafındaki dükkana gidebilmiş.K, isyan ederse babasının ruhunu taciz edeceğini düşünmüş. Hiç değilse ayrı eve çıkabilselermiş. Eşi bu fikri annesine açtığında çocuklarının yüzünü bir daha göstermemekle, sütünü helal etmemekle tehdit etmiş. Kayınvalide bu kez K'yı oğluyla arasını açmakla suçlamış.

K'nın yanında oğluna falancanın gelininin hem dayak yediğini, hem de kuzu kuzu işini yaptığını hatırlatıyor, “Bir tokat aşketmediğin senin avradın şunu alıp şuraya koymaya nazlanıyor.” diyormuş. Gündüz 11, gece 8 nüfusun işini gören K'nın sıcak su musluğunu açması da yasakmış. “Küçük tuvaletin gelince bekleyeceksin, büyüğün gelinceye kadar. Her girişte sifonu çekmeyeceksin!” deniyormuş ona. Elektrik su faturası geldiğinde 'sen harcadın, sen öde' diye önüne atıyorlarmış.K, bunları bana anlatırken zaman zaman kelimeleri unutuyor. Unutkanlık yapan antidepresan haplarla ayakta durduğunu öğreniyorum: “Böyle sağlam durduğuma bakma, iyi değilim ben. Sonunda delirttiler beni. Duvarlarla konuşuyordum. Durmadan ağlıyordum. Allah'tan yardım istedim. Beni anneme kavuştur, ölmeden onu bir daha göreyim, dedim. Allah duamı kabul etti; ama bu kez kızımı kopardılar benden.”

Bu yetmiyormuş gibi onu Türkiye'ye postalamışlar. K'ya kurulan şeytani tuzağı da anlatacağım; çünkü bunlar başka ithal gelinlerin de başına geliyor.

Eşinin olmadığı bir gün ondan bir kağıda imza atmasını istemişler. Çocuğun okula yazdırılması için gerekli demişler. “Söz, akşam olsun, kocam gelsin imzalarım.” demiş. Akşam olmuş, koca telefon açmış, bir doğum günü partisine katılacağını, gece eve gelmeyeceğini söylemiş. Kayınpeder “söz verdin akşama imzalayacağım” diye baskı yapınca sözüne sadık kalmış. Çünkü babası söz namustur, diye öğretmiş ona. Kızını 15'inde yabana gönderen babası keşke ona herkese güvenmemeyi de öğretseymiş. Meğer attığı imzanın anlamı “eşimi terk ediyorum ve çocuğumun vekaletini babasına bırakıyorum” demekmiş:“

Çektiğim bütün çileye rağmen böyle alçakça bir şey yapabilecekleri hiç aklıma gelmedi. Karşımda polis duruyor, gidemiyorum. Çünkü Fransızcayı bilmiyorum. Üstelik bu delidir, diyorlar kendi başıma bir şey yapmaya kalksam. Bir tane koltuk alındı eve. Üstünde pamukları çıkmış böyle. Bu evden de ben sorumluyum ya. Ev de denmez buraya, sanki kayıp bürosundayım. Dedim ki kaynanama 'Bu koltuk özürlü. Baştan söylüyorum, götürün değiştirin bu koltuğu'. Dedi ki kaynatam beni göstererek, 'Eminim bu koltuğu çamaşır suyu ile silip, pamukları kendi çıkartmıştır. Bir de özürlü diye bize yutturuyor!' Eşim, 'Koltuğu değiştiririz. Kimse birbirine iftira atmasın.' diye beni savununca, kaynanam dedi ki kaynatama 'Derhal bilet alıyorsunuz, bunu Türkiye'ye gönderiyorsunuz.”O sırada hâlâ imzaladığı kağıdın ne anlama geldiğini bilmiyor. “Çocuğum olmadan gitmem Türkiye'ye” deyince “Çok geç! Çocuğunu kendi imzanla babasına bıraktın.” diye korkunç gerçeği açıklamışlar. “O an o kadar kötü oldum ki. Bana tuzak kurmuşlar. Eşim de böyle kaldı. O da o zaman öğrendi. Ne yapacağını şaşırdı. 'Bunu bize yapamazsınız' diyebildi. Ama engel olmadı.”Sonra uçağa binmişler kaynatası ile. “Beni hiç değilse eşim götürsün” isteğini bile reddetmişler. K köye gidene kadar ağlamış.

Kaynata pasaportunu, Türk nüfus cüzdanını dahi vermeden onu köye bırakmış, bir daha da dönmemiş. K'nın annesi şaşırmamış; çünkü daha önce aynı olay köydeki üç kızın da başına gelmişmiş, bir yüzükle alıp gittikleri kızları, beş parasız ve kimliksiz getirip köye bırakmışlarmış.

“Ben seni böyle vermedim onlara. Seni hayvana döndürmüşler, götürüp ahıra bağlayacağım. Boş ver çocuğunu bana sen lazımsın.” diye teselli etmiş; ama artık çok geçmiş. K adeta delirmiş, aylarca “çocuğumu istiyorum” diye çığlıklar atmış: “Anneme 'Sevme beni, istemiyorum artık. Hayatımı söndürdün. Bırak beni, Fransa'ya dönüp çocuğumu arayayım.' dedim. Dedi ki 'Hayır çok küçüksün. Ben mahvettim; ama tekrar büyüteceğim seni. Terk edersen evlatlıktan silerim'.

Dört ay geçti. Ne yemek yiyorum ne su içiyorum, ne konuşuyorum. Sonunda annem izin verdi gitmeme. Yasal olarak altı ayı doldurmadan dönmem gerekiyordu Fransa'ya, aksi takdirde bebem kaynanama hizmetçi olarak büyüyecek, bir daha asla göremeyecektim. Nüfus cüzdanı, pasaport vs, her şeyi yeniden çıkarttım. Son anda tek başıma uçağa bindim. Cebimde çok cüzi bir para vardı.”

Kızı artık ona ‘anne’ diyor

K çalışma izni alıncaya kadar aylarca uzak akrabalarının evlerinde saklanıp evlere temizliğe gitmiş, ardından bir sığınma evine yerleşmiş. Bir yıl sonra, boşanma davası evrakları ona ulaşmış. Hasretinden yandığı çocuğunu görmek için kovulduğu evin kapısını çalmış. Ama evi değiştirmişler. Yeni evi arayıp bulmuş. Fakat çocuğu göstermemişler.Bir altı ay daha böyle geçmiş. Mahkemede eşi, evi K'nın terk ettiğini iddia edince o da çocuğunu alma şartıyla boşanacağını söylemiş. O yüzden 3 senedir sürüyormuş mahkeme:“

Ben şimdi bir fabrikada çalışıyorum. 890 Euro alıyorum, 400'ünü ev kirası yapıyorum. Fransızca öğrendim. Mahkeme iki ayda bir çocuğumu 15 gün görmeme karar verdi. Eşim ve ailesi Strasbourg'a altı saat uzakta başka bir şehirde yaşıyor. Eşim kaynımla birlikte çocuğu getiriyor. Çünkü ben yol ve otel masraflarını karşılayacak durumda değilim.”K, strese bağlı rahatsızlıklardan birkaç defa ameliyat olmuş, bedeni ve zihni sık sık tutukluk yapıyormuş. Onu yaşama bağlayan tek şey artık okula gitmeye başlayan kızıymış.

Asla Türkiye'ye dönmeyecekmiş. Çünkü kızının annesine olduğu kadar babasına da ihtiyacı olduğunu düşünüyormuş. Ne mutlu ki kızı artık ona “anne” diyormuş. Neden ayrı evlerde yaşadıklarının cevabını babaannesi “Çünkü annen seni terk etti, onun başkasından bir çocuğu var, seni değil onu seviyor.” diye vermiş. Ama kızı babaannesinin doğruyu söylemediğini artık biliyormuş. K, kızıyla Fransızca konuşuyormuş; çünkü Türkçede zorlanıyorlarmış. Onunla aynı şehirde yaşamak istermiş tabii; ama eşinin ailesi ona huzur vermezmiş, o zaman akıl hastanesine kapatılması lazımmış. Çocuğu getirdiğinde eşi hiç konuşmuyormuş, bir köşede öylece süzülüyormuş. Onun yerine K ile kaynı muhatap oluyormuş. K yine de bugününe şükrediyormuş. Onca kâbustan sonra, kira da olsa, başını dinleyeceği bir evi varmış. Bu eşyasız ev ona saray gibi geliyormuş.

Gün doğmadan neler doğarmış. Bir varmış, bir yokmuş. Avrupa'da Türkler yaşarmış. Türkiye'deki kızlar ve oğlanlar daha ahlaklı diye çocuklarına gelinler ve damatlar satın alırlarmış...

25 yılı aşkın bir süredir Fransa'da yaşıyorsunuz. Neden Sartre'lar, Zola'lar gibi vicdanın sesi düşünürler çıkmıyor artık?

Fransız entegrasyon modeli Müslüman göçmenlerde başarısızlığa uğradı

Sömürgeleri elinden çıktıktan sonra Fransa kendine güvenini kaybeden bir ülke olmaya başladı. AB'nin kurulma sürecinde emperyal konumundan daha küçük ve kendi çapında bir Avrupa ülkesi olmaya geçti. Sanıyorum, temelde bunun uyandırdığı bir güvensizlik var. Çünkü Fransız kimliği birdenbire Avrupa kimliği ile birlikte öne çıktı. Ben buraya geldiğimde, 25 yıl önce, daha açık, başka kültürlere daha meraklı, kendine güveni daha fazla bir ülkeydi. Siz ne kadar kendi kimliğinizi böyle fazla öne çıkarırsanız, o ölçüde başkalarına duyduğunuz merak azalır diye düşünüyorum. Fransa da biraz böyle bir ülke olmakta. Bugün bir Sartre'ın çıkmamasının çeşitli nedenleri var. Bir kere toplumun vicdanı olan yazar imgesi artık geçmişte kaldı. Fransa'da biz bunlara “kutsal canavarlar” deriz. 20. yüzyılın Fransa açısından üç önemli kutsal canavarı, Malroux, Aragon ve Sartre'dir. Malroux aynı zamanda De Gaulle'ün kültür bakanlığını da yapmış, ama İspanya iç savaşına da katılmış. Çok önemli bir aydın. Sartre yüzyılı sorgulamış, varoluşçuluğun kurucusu bir düşünür ve yazar. Şimdi bunlar bütüncül yazarlar. Yani hem dünyanın gidişinden haberli, o gidiş konusunda söz almak isteyen yazarlar, hem de üretken yazarlar. Bunların yerini şimdi medyatik ve tüccar yazarlar, aydınlar aldı. Tabii bunun da temelinde liberal ekonomi ve küreselleşme var.

Peki siz son olayları kimlik isyanı gibi mi, çete hareketi gibi mi gördünüz?

Göçmen gençlerin isyanından söz etmek doğru olur. Bunca zaman geçti Sarkozy hâlâ olayların temelinde birtakım çeteler var, devlete başkaldırdılar diyerek yanlış bir değerlendirme yapıyor. Bence bu olayların temelinde bir kimlik sorunu var. Bu gençlerin adları Ahmet, Mehmet, Selim olabilir; ama Fransız’dırlar. Burada doğmuşlardır. Ne yazık ki Fransızların gözünde hiçbir zaman Fransız değiller. Sorun Fransa'nın emperyal geçmişinden kaynaklanıyor. Çünkü daha önceden bu entegrasyon modeli başarılı olmuş, Fransa'ya gelen İtalyanlar gibi başka göçmen dalgalarını entegre etmiş. Fransız entegrasyon modeli, Müslüman kökenli göçmenlerde başarısızlığa uğradı.

Bu çocuklar isyan etmeseydi anlamayacak mıydık bunu?

Bu varoşlarda bir sorun olduğu biliniyordu. Ve daha 1980 yıllarından bu yana birtakım önlemler alınmaya çalışılıyordu. Yatakhane siteler dediğimiz, üst üste yığılmış ve çoğunlukla bu göçmenlerin oturduğu banliyölerin düzenlenmesinden sorumlu bir kent bakanlığı kuruldu. Ama birdenbire isyanın bu ölçüde bütün Fransa'ya yayılacağını herhalde hiçbir siyasi öngörmemişti. Bu gençlerin kendilerini ifade edebilecekleri dilleri yok. Bunların konuştuğu Fransızca, varoşlarda konuşulan, bizim Sorbonne'da öğrendiğimiz Fransızcadan çok farklı bir dildir. Dolayısıyla bunlar kendilerini ancak şiddet yoluyla bir de rap müziği ile ifade edebiliyorlar. Fransızlar bunu da anlayamadı. Bütün bu toplumsal ve kültürel sorunlardan kaynaklanan isyan hareketini sadece çetelere indirgerseniz doğru bir teşhis koyamazsınız. Bir üçüncü sorun da tabii işsizlik. Çünkü bu gençler iş aradığı zaman onlara ayrımcı davranıyor şirketler. Varoştan gelen gençleri tercih etmiyorlar. Zaten oralarda işsizlik oranı yüzde 40'larda. Sebepler içinde beni asıl ilgilendiren Fransa'nın eski emperyal gücünden ortalama bir Avrupa gücüne dönüşmüş bir ülkenin, kendine güvenini yitirmesi.

Yorumlar

-- valla çok uzunu hepsini okuyamadım ama konuyu anladım. ilk başlara adamla kaının ilişkisinde bence hatalı olan adam. ya fransızca öğrenseyi yada kadına uysaydı yada fransaya gitmeseyi.ayrıca Allah gurbetteki tüm türklere yardımcı olsun.

http://www.zevkli.org/fransada-turk-olmak-son-bolum-t78079.html?s=fd39996159ccfed9ebdf459fe71e3a97&

FRANSA'DAYIM - II

FRANSA'DAYIM - II / [Sümeyye Karaarslan]

Sevgili günlük,
En sevgili halinle duruyorsun karşımda şu an. Sana komşu teyzelerden ve gelinlerinden bahsedecektim ya, aslında sadece gelinlerden bahsedeceğim sanırım. Ya da bilmiyorum, kafam karışık. Birbirlerine o kadar çok benziyorlar ki. Bunu fark ettim bugün, tekrar. Bir şeyi tekrar tekrar fark etmiş olmanın acı tadını yaşadım.

“Seneler önce buraya geldiğimizde namaz kılmak sorundu” diyor, komşu teyzelerden biri. Sanki daha önce hiç konuşmamış, dertlerini hiç anlatmamışçasına iştahlıca anlatıyorlar geçmişlerini. Onların hazineleri geçmişleri çünkü. Geride bıraktıkları ülkeleri, o ülkedeki anıları.. Buraya yerleştiklerinde el üstünde tutulmuşlar bir sure. Çünkü memleket çalışacak insan arıyormuş ve çünkü bu memleketin kötüsü, köylerinin kötüsünden iyi gelmiş onlara. Her birinin altında orta halli “marka” arabaları ve dillerinde köy yerleri var. Köyü de, yurt dışını da onlar kadar iyi bilmediğimi fark ettim, sevgili günlük. Ne kadar renkli gözleri var… İşin kötü yanıysa, bu deneyimlere rağmen ne yurt dışına aitler, ne de köylerine. Her yaz gittikleri köyde bir sene boyunca biriktirdikleri parayı tamamıyla harcadıklarını nasıl da rahat söylediler. Köyde Fransalardan gelen zengin memleketli, Fransa’da ise göçmen olarak tanınıyorlar. Ama Fransalı olmadıkları kesin. Dili öğrenmek zorunda kalmışlar, ama asıl konuştukları dil, tabii ki Türkçe. Nereliyseler oranın ağzıyla konuşuyorlar ama, anlamakta güçlük bile çekiyoruz bazen, bu yüzden.

Dedik ya, geldiklerinde onların deyimiyle “davul zurna”yla karşılamış onları, yabancı memleket. Her şeyi farklı olsa da, kolaylıklar da varmış. Tatili, sosyal hakları çok diye sevinmişler. Ne var ki, bundan sonrasına kuşbakışı bakınca, biraz acıklı bir aşk hikayesi gibi.
Kendisi para kazanan ağabeyler, ablalar; ailelerini, akrabalarını da getirmeye başlamışlar buraya. Kalacak yer bulan, bir davetiye gönderip getirmiş akrabasını. Kaçak yollarla kalmaya devam edenler halen çok. Bu ülkede kaçak olmak ömür boyu değil ama, biricik günlük. Eninde sonunda kabul ediyorlar insani. Acıklı olansa, en son duyduğumuz hikaye: Kaçak olarak buraya gelen bir akrabasını anlattığında görüştüğümüz bir abladan çok etkilendim. 4 yaşındaki kızını hiç görmeyen bir baba yakalanmış. “Para da biriktirmişti, kotu oldu” diye üzülüyordu abla. Para biriktirmek için kızını hiç görmemiş olmak ne acı şeydir be günlük. Polisler kaçak olduğunu anlayınca geri gönderme kararını tutuşturmuşlar eline ve oracıkta ağlamış adam. Sevinçten mi, bilmiyoruz. Bak, bir hüzün çöktü üstümüze, farkında mısın?

Diyeceğim şu ki, göçmenler olayı büyütmüş burada, sevgili günlük. Akrabalar gelmiş, kimse büyük devletlerin beklediği gibi çalışıp da yurduna dönmemiş, buradakilerle evlenip olduğu yerde saymamış. Kendi vatanının insanlarını evlilikle, davetiyeyle, ya da her eleman ihtiyacında getirmeye bakmış göçmenler. Derken, ülkede Fransiz nüfusu azalıvermiiiişşş. Sonrası tamamen hikaye tadında, sevgili günlük: Burada her çocuğa, devlet, eğitim yardımı, küçükken mama yardımı filan yapmak zorunda ama, 3 çocuktan fazlasına daha da fazla yardım var. Çocuğa yapılan harcamanın iki katını veriyor devlet. Çocuğu yaz tatilinde gezmeye götürdüğünü fotoğraflarla ispat edebildin mi, senden iyisi yok; “gezdirme parası” alıyorsun mesela. İş öyle bir yere gelmiş ki, bundan bir 10 yıl kadar önce (tam tarih olmadı ama, araştıracak halin yok ya) 3 ve fazla çocuğu olan ailelerin o sene içinde doğacak çocuğu için 10.000 Frank vereceğini duyurmuş devlet. O sene çoğu kadın hamileymiş, yaa… Peki, sence bundan kim karlı çıktı dersin? Hayır hayır, o sene çocuk sahibi olup da, aldıkları parayla bir ev alan ailelerden bahsetmiyorum. Ne kadar karda, ne kadar zarardalar, o da umurumda değil açıkçası. Fakat, devletin “genç Fransız nüfusu azalıyor” endişesi ile çıkarttığı kanun sayesinde, o sene doğan çocukların tamamına yakını göçmen ailelerin çocukları! E sonuçta, “bu kanun sonradan vatandaşlık kazanmışlar için değil, safkan Fransızlar içindir” diyecek değillerdi ya.
Ülke, artık vasıfsız eleman ihtiyacını karşılıyor, sayın günlük! Bu tehlike işareti herkese gelmiş. Okumayan çocuklar, işsizlik maaşına güveniyor olabilirler, (fena para da değil hani, işsizlik maaşı 1000 Euro civarında) lakin artık devlet isleri daha bir sıkı tutmaya başlamış. Yeni evli çiftleri arada çağırıp, evliliklerinin nasıl gittiğini soruyor artık, formalite usulü evlilikleri önlemek için yeni kanun düzenlemesi bile yapmis: Evlilik yoluyla ülkeye gelenler, boşandıklarında ülkede oturum izni alamayacaklar. Evli oldukları süre içinde kalacak, evlilik bittiğinde gidecekler. Sahte evliliklerle gelenler mi olmuş ne… (gülüyorum, evet)

Buraya gelen insanlar artık daha zorlanıyorlar, sessiz dinleyicim günlük. İlk geldiklerinde buranın yaşam tarzına uyum sağlayamaz ve fakat ülkede kalmaları için önlerine serilen imkanları reddedemezken, şimdi alışkanlık uğruna, burada kalabilmek için diretmek, direnmek zorundalar.

Derken vakit geçmiş, sevgili günlük ve ilk gelenlerin çocukları büyümüş. Her yaz memleketlerine gitmek için harcadıkları para dışında, tasarruf yaparak Türkiye’den bir ev almış çoğu. Niyetleri burada para kazanıp, Türkiye’ye geri dönmekmiş çünkü. Döndüklerinde ev hazır olsun istemişler. “Evi alınca da biraz daha para biriktirelim istedik” diyor bir teyze, benim muhabir kıvamında bir merakla onları dinlediğimi görünce. “Çünkü Türkiye’de burada verdikleri parayı vermiyorlar. Okumuşluğumuz yok. Rahat edelim diye…”
Bundan sonrası -yine- tam bir acıklı aşk hikayesi günlük. Gözden ırak olan gönülden ıraklaşmamış, ama bağlamış zaman onları. Çocukları Fransız okullarına gitmişler, herkesle beraber Fransızca öğrenmişler. Burada arkadaşları, dayanışmaları, kurdukları bir düzenleri olmuş. Televizyon programlarından ve yılda bir gittikleri köylerinden Türkiye’yi tanıyan yeni nesil çocuklar, Fransa’yı tercih eder olmuşlar. Bu, kaçınılmaz bir tercih olmuş. Biraz daha para kazanayım diye kalan insanlar bu sefer de “emekli olayım, sonra dönüş yaparım”a çevirmişler niyetlerini.

Hayatın tuhaflığı karşımızda işte, sayın günlük. Alışkanlık dedikleri böyle bir şey işte. Şu sıralar buradaki Türkler kendilerine ev yapıyorlar. Daha önce Türkiye’ye ev yapan bazıları da onu satıp buradan alma gayreti içinde.

Ve gelinler.. Gelinlerimiz sayın günlük. Burada akraba evliliği öylesine yaygın ki! Evlendikleri kişinin de burada oturum izni alabilmesi, insanları akrabalarını da buraya getirme telaşına sevk etmiş demek ki. Tabi, bunun ve aslında dediğim birçok şeyin önemli bir nedeni daha var: Türkiye’nin kendi içinde geçirdiği değişimleri, iyi yahut kötü yöndeki gelişmeleri takip edemeyen insanlar var burada. Geldiklerinde kafalarındaki kaynanalık neyse, hala onu tatbik ediyorlar örneğin. Geldikleri sene babanın karşısında nasıl davranılırsa, hala öyle davranıyorlar. Kendilerini bir Fransız gibi görmedikleri için, buradaki kültüre uymaları da imkansız tabi. Bu geri kalmışlık değil, daha farklı bir bağlılık: Türk olmak buradakilerin her şeyi. Nereye gitseler, ne yapsalar Türk oldukları için biraz etkileniyorlar. Uzun lafın kısası, gelenek ve adet köylerde neyse, burada da devam ediyor günlük, hem de hiç değişmemiş haliyle. Kime yemeğe gitsem (ki beleşçi yapım bu cümleden kolayca anlaşılabilir) hediyelerle dönüyorum. Garip geliyor, utanıyorum. Neyse.

Hepsi köydekilere göre şanslı. Fransalarda olmak başta çok farklı geliyor onlara. Artık oturum izni almanın daha zor olduğunu söylüyorlar. Evlendikten sonra 5-6 yıl Türkiye’de kalanlar bile var. Sonradan geldikleri bu ülkede mecburi bir dil eğitimi almışlar başta. Çat pat konuşabiliyorlar. Bunun dışında evden çok çıktıkları yok. Yaşantılarını aynen devam ettiriyorlar. Yeni evli iken genelde eşinin ailesiyle aynı evde yaşıyorlar. “Eve gelin alma” adeti aynen devam ediyor yani. Gelinler tıpkı yaşlı teyzeler gibi konuşuyorlar, onlar gibi yemek yapıyorlar. İlk geldiklerindeki bir ülkeye alışma heyecanı gitmiş artık. Burada ülkeyi yaşayamayacaklarının farkına varmışlar. Aslında bu onları üzmemiş. Ülkenin her yerini tanıyıp bilmek, geceleri barlarda dolaşmak gibi bir niyetleri de yok zaten. Ama zamanla ayrılık dokunmuş onlara. Ülkelerindeki gibi yaşayıp, komşularından, dilinden, toprağından uzak kalmak ağır gelmiş. Onların çocukları burada doğduğu için Fransız vatandaşı olma hakkını da kazanıyorlar ilerde. Sorun da bu üçüncü kuşakta başlıyor zaten: Burada doğan çocuklar, üç yaşına kadar aile içinde Türkçe konuşmayı öğreniyorlar. Sonrasında kreşlere gitmeleri mecburi. Burada öğretmenler eşliğinde yavaş yavaş Fransızca öğreniyor çocuk. 7 yaşına geldiğinde Fransızca’yı artık iyice öğrenmiş oluyor. Okulda ve dışarıda arkadaşları ile devamlı Fransızca konuştuğu için de ilk sorunumuz baş gösteriyor: Çocuk, Fransızca ifade etmekte daha rahat oluyor, ana dili olmasa da, inceliklerini biliyor bu dilin. Ya babası, ya da annesi Türkiye’den geldiği için iyi derecede Fransızca bilmediğinden, çocuk, onunla sağlıklı bir iletişim de kuramıyor tabi. Türkiye’den küçükken gelen ebeveynle daha iyi anlaşıyor. Bak, burada iki haftada uzman kesildiğimi söyleyerek bana kızabilirsin, ama herkes o kadar açık sözlü ve paylaşmaya açık ki.
Türkiye’den evlilik yoluyla gelen erkeklere ‘ithal damat’ diyorlar burada. Gelinler de ‘ithal gelin’ oluyor tabi, ama erkeklerin ithal olması daha ilgi çekici bir konu. “Türkiye’den gelin aldık” ya da “ithal damat getirdik” diyorlar çünkü konuşurlarken.

Neyse efendim günlük, ithal olan ebeveyniyle konuşamayan çocuğun bir başka sorunu daha oluyor dille alakalı: Türkiye’yi sadece köylerinden ibaret olarak bilen çocuk, dedesinden öğrendiği Türkçe ile tercüme yapacak bilgiye de sahip olmuyor.

“Biraz ekmek alabilir miyim” dediğinde anlamıyor mesela çocuk. Bir akrabası “eccik ekmek veriveeceemmii” dediğindeyse anlıyor. Türkçe, ithal olan ebeveyniyle, dedesi ve babaannesi/anneannesi ile konuşurken işe yarayan bir dil çünkü.
Üzücü olan şey ise sevgili günlük, bazı Türk ailelerin kendi aralarında da Fransızca konuşması. Her yerde Türk olduğu için ayrımcılığa bir şekilde maruz kalacak olan çocuk, Türkçe konuşmasını hiç bilemeyebilir yani.

Bak bir şey daha aklıma geldi. Yemeğe çağıran, hediyelere boğan, samimi sevgilerini sunan insanların bana hemşehri gözüyle bakması. Türkiye’de aynı şehirde, hatta aynı mahallede oturduğun insanı başka bir şehirde gördüğünde nasıl sevinirsen, buradakiler için de Türkiye’den gelmiş birini görmek öyle bir şey. Etraf her milletten, her ırktan insanla dolu. Bizdeki gibi yabancı kavramı da yok haliyle, insanlar daha alışkın gözlerle bakıyorlar yabancılara. Senegalli ağabeyimizi gördüğümde, yöresel kıyafetleri ve konuşması ne kadar hoşuma gitti benim halbuki. Ama buradakiler için o sarının en sarı tonuyla bezeli kıyafetin pek bir önemi yok. A, bu arada kendisine fiyat sorduğum Senegalli satıcının bana “arkadaş” diye seslenmesi de gereksiz bir gurura, aşırı bir tezahürata, “her bi şey”e boğdu beni. Daha önce Isparta’ya gittiğini yarım yamalak anlatan bu ağabeyin, yabancı bir ülkede bana tanıdık gibi gelmesi, ülkemi birkaç günlüğüne de olsa görmesinden mi kaynaklanıyor sayın ve sevgili günlük?

İnsan ne kadar nankör ve ben ne kadar insanım sevgili günlük. Yurtdışı da yurtdışı derken, şimdi içimden çağıldayarak dalgalanan, çoğalan, dolup dolup taşan bu memleket hasreti...
Dayanamayıp, kapatacağım seni günlük. Yatağa yüzükoyun uzanıp hıçkırmak isteyecek ve fakat henüz ağlamaya başlamadan uykuma yenik düşeceğim.

Ama, müjde vermeden de çekip gitmek olmaz. Her ne kadar seni götüreceğimden emin olmasam da, modanın başkenti, markaların ve kulelerin efendisini, Paris’i görmeye gideceğim pek yakında. Olaylara hep yazmak üzere bakacağım, emin ol. Gelip sana anlatacağım sonra bütün çıplaklığı ve yeni moda kıyafetleriyle Paris’i.

Umarım buna benim param ve senin sayfaların yeter…

http://istisnai.net/005/sumeyye.asp