6 Eylül 2007 Perşembe

Fransa'da Türk Olmak (1)

Ateş yakar ama öğretir de.Son bir yıl içinde Avrupanın değişik ülkelerinde onlarca ev, cami, sosyal tesis yandı,onlarca insan öldü.Ne zaman ki alevler Paris’ten yükseldi herkes dikkatini Fransa’ya yöneltti. Göçmenlerin isyanı sadece bu ülke için mi çanları çaldı yoksa tüm Avrupa’da tutuşmaya hazır bir ruh iklimini de işaret ediyor mu, diye sorulmaya başlandı. Gittim, dinledim, dokundum, kokladım. Hem aliminden hem cahilinden topladığım sahici öykülerle döndüm.
Yanımda Almanya büromuzun haber müdürü Ahmet Özay ve Strazbourg muhabiri Emre Demir vardı. Ateş sönmüş gibi görünse de duman kokusu hâlâ sokaklardan, evlerden, işyerlerinden çıkmamış. Her an, mesela yılbaşı gecesi semalar yeniden aydınlanabilir. Alevler, havai fişeklerin hercai görkemini yalayıp yutabilir. Benden söylemesi. Karadan 4 bin km yol yaparak Almanya, Belçika, Hollanda ve Fransa’yı dolaştım. Dışarılarda Christmas şarkıları çalınıyordu, içerilerde ağıtlar yakılıyordu. Gördüm ki yollarda sınırlar kalkmış; ama kalplerin her santimine başka bir kapı örülmüştü. Balkonlara tırmanan Çin malı şişme Noel babaların heybesinde çöküş korkusuna, gelecek endişesine, özgüveni yitirmenin hırçınlığına ve bütün bunlarla azınlıklar üzerinden hesaplaşma hazırlığına karşı kutu kutu panzehir var mıydı acaba? Cevabı aramaya bugün Fransa’dan başlayacağım. Kara derilileri ihmal etmeyeceğim; ama odak noktama Türkleri alacağım. Yedi gün süreyle size kendi Fransa’larını anlatacaklar. Yakma ya da yanma zamanı onlara geldiğinde kimse şaşırmasın diye konuşacaklar. Fakat onları dinledikten sonra kafanızda yeni sorular belirecek. Fransızlar cevap vermek istemedikleri sorular karşısında “çünkü” der ve susarlar. Hepimiz “Fransız” olacağız bir noktadan sonra. “Çünkü” deyip susacağız.

Araba yakmazsak bizi kimse görmüyor..

Her şehir gibi Paris’in de birden fazla yüzü olduğunu biliyordum; ama bunların numaralandığını yeni öğrendim. Ne Montfermeil kadar sefil ne Şanzelize kadar şatafatlı, siyah derililerin yoğun olarak bulunduğu 10’uncu Paris’in Ru de Chateau d’Eau’sunda geziniyoruz. Metronun hemen çıkışında Türkiye’de turistleri tavlamaya çalışan esnaf manzaralarının bir benzeri ile karşılaşıyoruz. Kadınlara dil döküp çalıştıkları kuaförlere götürmek isteyen zenci delikanlılar var. “Madam, şapkanız çok güzel. Altındaki saçlarınız şahane. Onları uygun şartlarda daha da güzelleştirmek istemez misiniz? Hemen yakında kuaförümüz. Buyurun beraber gidelim.”Fildişi Sahilleri’nden gelmiş Malili iki genç bizimle görüşmeyi kabul ediyor. Rapçiler gibi giyinmişler. Gururdan öfkeye, isyandan teslimiyete uzanan zengin bir beden diliyle konuşuyorlar. Uyuşturucu kullandıklarını düşünüyorum, bakışları hafif kayık. Bizi “Kasaba” adlı bir Türk kahvesine götürüyorlar. Müşterilerinin çoğu Arap olan kahveyi kendi evleri gibi gördüklerini, neredeyse bütün günü burada geçirdiklerini söylüyorlar. Biraz önce köşedeki Fransız kahvesine gitmişler. “Madamdan kahve istedik parasıyla. Yüzümüze baktı, bizi böyle bad boy kılığında görünce cevap da vermedi, kahve de.” diyorlar. Aynı şey bana yapılsa ne hissederdim acaba? İnce belli cam bardaklarla çaylarımızı içerken tanışıyoruz: Sekov Baradji ve Djel Sakanu kuzenlerinin kuaförüne sokaktan müşteri toplayarak hayatlarını kazandıklarını söylüyorlar. Kazandıkları paranın miktarını “yeteri kadar” diye açıklıyorlar. Paraları yetmiyormuş ama bir Müslüman olarak ‘elhamdülillah’ diyorlarmış. Başka işler de yapıyor olmalılar; ama açıklamıyorlar. Nedense yasadışı en azından kayıt dışı çalıştıklarını düşünüyorum. Acaba biraz evvel kınadığım madamla aynı safa mı düştüm? Görüntünün gücü insanı hemen formatlıyor. 9 yıldır Paris’telermiş. Para için gelmişler. Kadınları iyi tanıyorlar, onları sokaktan kuaföre çekmekte hiç zorlanmıyorlarmış.

‘Afrikaya dönüp hizmet edeceğiz’

Evli olmadıklarını; ama iki ayrı kadından ikişer çocukları olduğunu ve onlardan ayrı evlerde oturduklarını öğrenince içimdeki “madam” yeniden isyana duruyor. Neden evlenmemişler? “Kızların mantığı farklı, onlara güvenemiyoruz, saygı da duymuyoruz.” Hımm! Demek saygı duymadıkları kadınlardan çocuk sahibi olmak, öz saygılarını zedelemiyor! Sekov, “Çocuk istemedim en başta; ama oldu ne yapayım? Ama sonra sevdim onları.” diyor. İlk “eşi”nin Arap, ikincisinin Antilli Fransız olduğunu söylüyor. Anlıyorum ki, oturma izni ve çocuk yardımı alabilmek için girilen ilişkiler bunlar. Sekov nihai amacını “Çok para kazanıp ülkemde krallar gibi yaşamak, Afrika’ya hizmet etmek ve orada ölmek isterim.” diye açıklıyor. Farkında değil; ama kimlik çatışmasını özetlemiş oluyor. “Krallar gibi yaşamak” ile “Afrika’ya hizmet etmek” arasındaki derin uçuruma o değil ben düşüyorum. Toparlanıp Djel’e dönüyorum. Çocukları iki hafta kendisinde iki hafta annelerinde kalıyormuş. Djel, “Benim için para, kral gibi yaşamak önemli değil. 50 yaşımda da olsa ülkeme dönmek isterim.” diyerek kişiliğindeki ton farkını açık ediyor. İki arkadaş da çocuklarını camiye göndermediklerini; ama namaz kılmayı öğrettiklerini söylerken dayanamıyorum “Uyuşturucu kullanıyorsunuz değil mi?” diyorum. Onaylıyorlar. “Ne olmuş yani Sarkozy de haşhaş çekiyor.” diyorlar ve ondan duydukları nefreti anlatıyorlar. Banliyölerde kalmıyorlar. Sarkozy geldikten sonra bu sokakta bile çok kontrol olmaya başlamış. Onları yok yere durdurup ellerini duvara yapıştırıp arıyorlarmış. “Polisler kasklarıyla geliyor üzerimize sanki büyük bir olay varmış gibi.” diyorlar. Unutmamalıymışız: Türkler yeterince beyaz olmadıkları için AB’ye istenmiyormuş. Türklerle dayanışma için kullandığı metafor deri rengi. Peki araba yaktılar mı? “Yakmadık; ama çok kısa sürdü ayaklanma, devam etmesini isterdim. Keşke polis arabalarını ve Sarkozy’nin evini yakabilseler. Kendimizi ifade etme şeklimiz araba yakmak. Başka türlü bizi görmezler ki.”Yaşamlarına bakarsan Müslümanca değil ama dilleriyle tutunuyorlar dinlerine. Tek sahici değer zamanmış gibi geliyor bana. Evet bu ülkede siyahilerin 30-40 yıl gibi bir geçmişleri varsa, tortularından arınmaları, başlarını dik tutabilmeleri için en az bu kadar vakte ihtiyaçları olmalı. Kahvede Türk ezgileri, sokaklarda Noel şarkıları...

Türkleri Arap sanıyorlar

Fransa’da doğmuş Türkoloji okuyan Türk kızı Zehra Şahin ile birlikte Metro çıkışında kuaföre müşteri tavlayan siyahi çocukların peşine takılıyoruz. Rue du Foubourg Martin’de Fildişi Sahili’nin güney kesiminden gelen Hıristiyan zenci kadınların çalıştığı bir dükkana giriyoruz. Saçlarımı onlar gibi dizi dizi ördürürsem acaba bir dostluk kurup samimi bir sohbete girebilir miyim? 30 Euro istiyorlar; fakat Türk olduğumuzu öğrenince bizimle konuşmayı reddediyorlar. Saçımı yaptırsam belki fikirlerini değiştirirler; ama bir zencibaşı tam üç saatte bitirilebiliyor. Ne olur sanki iki çift laf etsek. Fransızlara hak verdiklerini, Türklerden hoşlanmadıklarını söylüyorlar. Gerekçesi? Türkler onları oldukları gibi kabul etmiyormuş! “Türkler” deyince Arapları kastettiklerini ve asıl vurguyu Müslümanlara yaptıklarını anlıyorum. Göz göze gelmemeye çalışarak, lütfen ağızlarını açıyorlar ve “Görüşümüzü söylemek zorunda değiliz.” diyerek tedirgin bir şekilde gitmemizi istiyorlar. Oysa Zehra da, ben de görüntü olarak Fransızlardan çok farklı değiliz. Tenimizin değil belki ama saçımızın ve gözlerimizin rengi aynen kuaför kardeşlerimizinki gibi. Reddedilmek Zehra’yı Fransız vatandaşı olarak gerdi, beni ise Türk gazeteci olarak. Tanrım şu kimlik işi ne karmaşık iş...

‘Bu dükkana Fransız gelmez’

Şansımızı başka bir dükkanda denemek istiyoruz. Dükkan boş, iki zenci kadın kuaför laflıyor. “Patron kızar” gibi bir gerekçeyle günde kim bilir kaç kişinin oturup kalktığı sandalyelere bizi oturtmadılar. Kendileri de ayağa kalkmadılar. Kayıtsız tavırlarla bir iki soruya cevap verdiler. Kamerun orijinli olduklarını, birinin beş diğerinin iki çocuğu bulunduğunu, Araplarla Türkleri ayırt edemediklerini ve Fransa’da ayrımcılık görmediklerini söylediler. İsyanlardan da hiçbir şekilde etkilenmemişlerdi. Araplar kendi hallerinde kalsalar kimse onlara bir şey yapmazdı. Sarkozy haklıydı.Üçüncü kuafördeki siyahi kadınlar daha insaflıydı. Evet Fransa’da ırkçılık vardı; ama Türkler de birbirlerini dışlıyor, kendi aralarında çatışıyorlardı. Onların da kafasında Türklerle Araplar aynıydı. “Bizim Fransızlarla bir alıp veremediğimiz yok aksine ucuz hizmet verdiğimiz için birçok Fransız müşterimiz var.” dediler. İsyanları hissetmemişlerdi. Çünkü Paris’te yaşıyorlardı, banliyöler Paris sayılmazdı. Bir de erkek kuaföre girsek dedim. Vitrin camına “Türk kuaför aranıyor” diye yapıştırılan ilanı görünce içeri daldım. Cezayirli ve Faslı erkekler çalışıyordu. İşçi olarak Türk arıyorlardı; ama bu iki Türk kadınıyla sohbet edecekleri anlamına gelmiyordu. Hele de biri gazeteci ise. Faslı olan yumuşadı ve Fransa’ya entegre olanlarla olmayanların ayırt edilmediğinden şikayetçi oldu. “Hepimizi bir kefeye koyuyorlar, ayrımcılığı günlük hayatın her aşamasında hissediyoruz. Fransızlar ancak onların önünde köpek gibi olursan seni rahat bırakırlar, aksi halde aynı haklara sahip olamazsın. Bu dükkana hiç Fransız gelmez. Zaten istemiyoruz da, biz Arap’ız ve bundan gurur duyuyoruz.” dedi.

‘Türkler içe dönük bir toplum’

Son kez bir Türk kuaförüne gitmek istiyorum. Dildeste Kuaför’ün sahibi Birsen Topal, 11 yaşında gelmiş Paris’e. Kesim, yıkama, fön 17 Euro. Daha önce sadece örgü için 30 Euro istendiğini söylüyorum. “Zenci saçlarını 10 Euro’ya da yaparlar; ama sizi beyaz ve Müslüman görünce ücreti yükseltmişler.” diyor. Müşterilerden biri Tunuslu Necla Deniz. Paris’te doğmuş, 11 yaşında Paris’e gelen bir Türk’le evli. Necla’ya göre Araplarla Türklerin ilişkisi iyi değil. Türklerin ne kadar içe dönük bir toplum olduğunu evlenene kadar bilmiyormuş. Türklerin Fransızlarla hiçbir sorunu olmamasına rağmen 25 yıl burada yaşayıp hâlâ dil öğrenmemelerine şaşırıyor.12. Paris’te kuaförlük yapan Gülbahar Güneş de bugün arkadaşının dükkanını ziyarete gelmiş. 17 yıldır burada. Şoför kocası ithal damat. “Ayrımcılık hissetmedim; çünkü daha lüks bir semtte Fransız kadınlarına hizmet ediyorum.” diyor. Onun dükkanında kesim, yıkama, fön için 35 Euro alınıyor. Eskiden bu kadar ırkçılık yokmuş. Afrikalı göçmenleri “tembel, devleti kazıklamaya çalışan, 4-5 eşli, 17 çocuklu, çocuk yarımıyla geçinen bir millet” olarak tanımlıyor. Ona göre Afrikalılarla Türkler birbirlerine değmeden yaşıyorlar. Değseler çatışma olur zaten. Fransızların ayrımcılığına da yaşamdan şu örneği veriyor: “Benim emlakçı bir müşterim var. Dayım için ev aradık. Gösterecekti; fakat dayımı görünce fikrini değiştirdi. Bir bahane bulup evi göstermedi. Dayım esmer bıyıklı klasik Türk tipi. Fransızca bilmiyordu. ”Türklerle konuşurken birden kendimi Türkiye’de zannetmiş olmalıyım ki kuaför sandalyesinde kucağında beyaz finosuyla oturan bir Fransız kadınını işaret ederek “Şu yabancı bizimle konuşmak ister mi?” diye sordum Gülbahar’a. “Aslında yabancı olan biziz.” deyince utancımdan öleyazdım. Burası neresi, ben kimim, yabancı nasıl olunur ve benzeri sorular başımı döndürdü. Sokağa çıktım. Kelimeler uçuşmaya devam etti. Çoğunluk, azınlık, dünya, millet... İnsan her türlü şarttan bağımsız olarak kendini nasıl güvende hissedebilirdi? Hayattan alamadıklarını değil ona verebildiklerini hatırlayarak mı?15 yıl Paris’te yaşayıp da kendi bölgelerinden çıkıp mesela Şanzelize’de bir kez bile yürümeyenler var. Kulaktan dolma bir bilgiyle ışıltının görkeminden, fiyatların yüksekliğinden dehşete kapılmış olabilirler ama seyr-i alem neşesini de yitirmişler. Fransa’da görüştüğüm Türkleri mümkün olduğunca çeşitlendirmek istedim. Öğretim üyesi, işçi, esnaf, öğrenci, işadamı, ev hanımı, kamu görevlisi, gönüllü çalışanıyla her kesimi dinlemeye çalıştım. Daha çok inşaat sektöründe yoğunlaşılmış. Kaba işleri Türkler yapıyor, ince işleri Portekizliler. İkinci sektör gıda. Bakkal, döner büfesi şeklinde. Üçüncü olarak da konfeksiyon. Yeni yeni emlak ve turizm piyasasına açılıyorlar. İlk kuşakların Fransızcası, sonrakilerin Türkçesi iyi değil.Fransa’da çifte vatandaşlık mümkün. Almanya’da değil; ya Alaman olacaksın ya Türk. Fransa’da genel anlamda göçmenlerden bahsediliyor. Ama Almanya’da göçmenlerden çok Türklerden söz ediliyor. Göçmen denildiğinde birilerini özel bir muameleye tabi tutmuyorsunuz. Göçmen tanımı daha geniş. Türk deyince tanımı daraltıp boğucu hale getiriyorsunuz. Böylece o topluluğu zaman içerisinde kendinize muhalif etme olasılığınız artıyor. Aksi de mümkün tabii. Size ne kadar saldırırlarsa siz o kadar içinize kapanıyorsunuz. Toplumla bütünleşemiyor, yalnızlaşıyorsunuz. Fransa’daki geçmişleri 30 yıla yaklaşan Türklerden “göçmen” tanımlamasına itiraz etmelerini, “biz Türk asıllı Fransız’ız” demelerini beklerdim. Fakat konuştuğum insanların çok azı bunu söyleyebildi.Kimlik bunalımlarının Almanya’daki hemşehrilerine oranla daha derin olduğunu, onların en az 15-20 yıl gerisinde yaşadıklarını gördüm. Fakat Almanya ve Belçika’da yaşayan Türkler de hâlâ “kurban” psikolojisinden kurtulamamışlar. Hiç değilse onlar bunca yıl sonra “İki tarafa da ait değiliz, bir hiçiz” demek yerine “İki tarafa da aitiz, biz çok kültürlüyüz” diyebilmeliydi. Fransa’daki Türkler Türklüğe sarılıyorlar ama çoğu Türkiye ile ilgili bilgilerini güncellememiş, 20 yıl öncesinin düşünce kalıplarıyla değerlendiriyorlar. Seyredilen onca Türk kanalına rağmen bunun nasıl mümkün olabildiğine inanamadım.15 yıl Paris’te yaşayıp da kendi bölgelerinden çıkıp mesela Şanzelize’de bir kez bile yürümeyenler var. Kulaktan dolma bir bilgiyle ışıltının görkeminden, fiyatların yüksekliğinden dehşete kapılmış olabilirler ama seyr-i alem neşesini de yitirmişler. Lui Vuitton’un vitrinine içine düşecekmiş gibi yapışmış Fransızlara bakıp eğlenebilirlerdi. Bir palto 2 bin 800, bir pabuç 380, bir ceket bin 300, bir etek 800 Euro’ya da satılsa, iç geçirmeden, ‘kahretsin’ demeden, hırsın, sahip olma duygusunun kelepçelerini takmadan; biraz rengin, stilin, kompozisyonun, uyumun, inceliğin zevkine varsalar.Türklerin Afrikalı göçmenler gibi bir sömürge geçmişlerinin olmayışı belki isyanlara doğrudan karışmalarını engelliyor; ama onlar da diğerleri gibi içten içe yanıyor. Hangi isyan daha tehlikeli, dışarı vurulan mı, vurulmayan mı? Birçok mahallede halk; okul, spor salonu gibi mekanların koruyuculuğunu kendileri üstlenmiş. Türkler, yakıp yıkmaya katılmayışlarını aile kontrolüne bağlıyor ama aynı aile kontrolü başka sorunlara yol açıyor. Gençlerin özellikle kadınların sosyalize olma imkanlarını kısıtlıyor. Bir yandan “gavurlaşmak” bir yandan da “Arap zannedilmek” korkusunun kıskacı altındalar. Birincisi kimlikle, ikincisi güvenlikle ilgili.Güvenliğin dışında en büyük korku işsizlik. Herkes denizin bittiğinin farkında. Küresel ekonomi yüzünden para akışı takip edilemiyor. Artık proje bazında çalışıyor insanlar. İşler kalıcı olmayınca evler, mekanlar, ilişkiler, duygular her şey yüzüyor. Yani tam toplumla bütünleşme gereğinin anlaşıldığı bir dönemde gelecek korkusu bu bilinci kırıyor ve yeniden içe dönüş eğilimini kışkırtıyor. Yaşadıkları ülkede kalıcı olduklarını nihayet anlayıp bunun şokunu üzerlerinden atamayanlar da var. İşlerini kuranlar, düzenlerini oturtanlar da var tabii ama onlar da geleceklerinden endişeli. Bir sıkışmışlık duygusu içindeler, ne ileri ne geri... Keşke içlerinde Almanya’daki gibi politikaya ilgi duyanlar olsaydı, keşke hiç değilse yerel yönetimlerde temsilcileri bulunsaydı.

İthal gelin-damat sorunu derin bir yara

Ayşe Turhan. Fransa’da doğup büyümüş. Ailesinin desteğiyle iki yıl hukuk ve muhasebe okumuş, sonra dil ve edebiyat bölümüne geçmiş. Çalıştığı büroda, boşanan ya da boşanmak isteyen, şiddet gören, devlet daireleri ile problemleri olan Türklere hizmet veriyor. Altı yaşından beri Fransa’da büyüyen hukukçu bir Türk’le evli, bir çocuk annesi. “Türk kimliğim silinemez ama burada yetiştiğim için kendimi biraz Fransız hissediyorum. Bunu Türkiye’de yetişmiş kuzenlerime baktığımda daha iyi görüyorum ama yüzde yüz Fransız değilim tabii.” diyor. Türklerin karşılaştığı problemleri şöyle özetliyor:Aileler Türkiye’deki kızlar ve delikanlılar daha ahlaklı diye çocuklarına gelin ve damat getirtiyorlar. Uyum sağlanamıyor, oğlanlar Fransız kızlarla ilgilenmeye devam ediyor. Gelinler aman gözü açılmasın diye evlerde tecrit ediliyor, dil öğrenmelerine ehliyet almalarına, topluma karışmalarına izin verilmiyor. İthal gelin-damat sorunu çok derin bir yara. Sonu ölümle biten şiddet olayları var. Sekiz ay önce karısından ayrılan Samsunlu bir Türk, çocuğunun okulunun önünde hanımını öldürdü.Kızlarına Türkiye’den damat getiren aileler de onlara iyilik yapmış olmuyor. Bu damatların Türk olmaktan başka hiçbir özellikleri yok. Fransa’da yaşayan kızlar hem Türk kültürünü alıyorlar, hem Fransız kültürünü. Türkiye’den gelen erkek buraya kolay kolay uyum sağlayamıyor. Kişilikleri eziliyor. İki taraf da kurban edilmiş oluyor.Kadınlarımız gerçekten kötü durumda. Burada yetişen genç kızlar baskılara karşı belirli bir limit koymayı biliyor. Ama Türkiye’den gelenlerde aile desteği yok. Bilmedikleri bir sistem ile karşı karşıyalar. Yasal haklarını bilmiyorlar. Kocalarının her sözlerine güveniyorlar. Kocaları da onların kendilerine güvenini yiyip bitiriyor, onları çaresiz duruma getiriyor. Sen yapamazsın, sen anlamazsın, boşanırsan çocuklar benim olur. Çalışmıyorsun, hiçbir gelirin yok, ben nasılsam öyle kabul et, bensiz nefes alamazsın, diye tehdit ediyorlar. Halbuki bu kadınlara yönelik destekleyici yasalar var. Fakat dil bilmedikleri için tamamen bağımlı oluyorlar beylere. Kocaları ve kayınvalideleri dil öğrenmelerine izin vermiyor. Mesela bir bayanla tanıştım. Dört yıl oluyor Türkiye’den geleli. Kocasıyla anlaşamadığını, şiddet gördüğünü, kayınvalidesiyle birlikte yaşadığını söyledi. Aile desteği yok. Bir de kim ne diyecek, milletin ağzına sakız olmayalım, dedikodu yapılmasın, ben babasız yetiştim, çocuklarım boynu bükük kalmasınlar diye çaba sarf eden bir bayan...Erkeklerin problemlerine gelince; Türkiye’den geliyorlar, oturma kartı alır almaz yuvayı bırakmaya kalkıyorlar. Başka bayanlar ile tanışıyorlar. Mesela bir bayan tanıyorum. Kendisi dört yıl nişanlı kalıyor. Evleneceği tarihte de adam “Ben seninle niye evleniyorum zannediyorsun? Güzel değilsin, çirkinsin. Benim hedefim oturma kartını elde etmek. Kartı alıncaya kadar sabredeceğim sana.” diyor. İşte bu gibi kadınlara yardımcı oluyorum. Yasal yönden haklarınız şunlar diyorum: Kocanız sorumlu bir insan değilse, mutsuzsanız, çocuklarınızla ilgilenmiyorsa, o kişiyle kalmanın ne anlamı var? Ayaklarınızın üzerinde durmayı öğrenin. Dile ve meslek eğitimine başlayın. Herkese açık, bazıları bedava, devlet ödüyor ücretini.Türkiye’de yetişen çocukla burada yetişen çocuk bir değil. Burada Fransız sistemine ayak uydurarak yetişiyorlar. Bizim Türk geleneğimiz ve Türk kültürümüz var. Bunu gençlere vermek zor oluyor. Çocuğumuzu günde en fazla iki-üç saat görüyoruz. O da onunla bir şeyler paylaşırsak. Çocuk her gün okulda oluyor, Fransızlarla birlikte bulunuyor. Onların kültürlerine, örf ve âdetlerine göre hareket etmeye çalışıyor.Annelerimizin, babalarımızın Türkiye’ye dönme düşünceleri var. Zaten yatırımlarını oraya yapıyorlar. Ama bizim neslin gideceğini tahmin etmiyorum. Mesela ben buradaki sisteme alıştım, yasaları biliyorum. Dayanabileceğim, destek alacağım kurumları tanıyorum. Devlet dairelerinin nasıl çalıştığını biliyorum. Eşim burada yetişmiş, bana her konuda yardımcı olur. Kısıtlanmam yok. Türkiye’ye dönmek istemem. Tabii ki tek dileğim, çocuklarımızın Türk olduklarını unutmamaları. Oğlumun Türk arkadaşlarının da olmasını teşvik ediyorum. Oğlum 7 yaşında. Fransız’ım; ama kökenim Türk diyor. Türkiye’ye gitmeye çok heves ediyor.

STRASBOURG NOTLARI

Strasbourg’daki Türklerin telaffuzlarında sorun yok ama anadillerinde kendilerini tam ifade edemiyorlar.Kendilerini okulda Fransız, evde Türk ve Fransa’da Türk, Türkiye’de Fransız hissediyorlar.Fransa doğumlu gençler, gelecekte kendi çocuklarının ve torunlarının kendilerini ne kadar Türk, ne kadar Fransız hissedeceklerini kestiremiyorlar.Fransa’da doğup büyüyen kızların çoğu “16 yaşına geleyim de okulu bırakayım. Türkiye’den gelen biriyle evleneyim” diye düşünüyor. Ailelerine direnerek üniversite eğitimine devam etmek isteyenler azınlıkta.Ayrımcılığı en çok iş ararken hissediyorlar. Eğer Fransa doğumluysanız eğitim imkanları var ama iş imkanları kısıtlı. Okulların kapısı açık, işyerlerinin kapısı kapalı. Birçok işyeri fotoğraflı başvuru istiyor. Başvurulara gelen cevapta genellikle şöyle yanıtlar alınıyor: Özgeçmişinize göz attık. Çok güzel şeyler yapmışsınız. Ancak bizim kriterlerimize uymuyorsunuz.”Eğer bir kamu kuruluşunda çalışacaksa, bu isterse demiryollarında çakıl taşı dökme işi olsun Fransız vatandaşı olma şartı aranıyor. Ama Almanya’da, kamuda Alman vatandaşı olmayan biri de istihdam edilebiliyor.

Nuriye Akman Röportajı (Zaman Gazetesi

http://www.gencbilim.com/haber/haber_ozeldosyalar_goster.php?id=60

7 yorum:

Adsız dedi ki...

merhabalar ben la rochelle'den ..... Tesadufen girdigim siteden bu kadar guzel bir yaziyi okudugumu itiraf ediyorum, cunku burda (fransa) da yasam seklini guzel anlatmissiniz keske her avrupaya cikip gelenler gelmeden boyle reel seylerden haberdar olsalar'da bu kadar aciyla biten hayatlar olmasaydi. Sizede tessekkurlerimi sunarim ...

Adsız dedi ki...

Merhaba bende fransa yaşayan biriyle nişanlıyken erken oturma izni almak adına resmi nikah yaptım fakat nişanı attım,resmi nikahıda onun evli çiftlere tanınan haklardan istifade etmek için yaptığını öğrendim.Bu haklar nedir fransada?bilgi verebilecek biri varmı? teşekkürler.

Adsız dedi ki...

mrb ben erkan istanbulda ikamet edıyorum24 veya 30 yaşlarında iyi akılı bir türk aile kızıyla yuva kurmak istıyoru 1978 doğumluyum annem babam hayata yoklar ve bu hayatan kurtulup ev kurmak istıyorum benim burd dairemde var yanı evim var yanliz iyi bir aile,yle tanişmak istıyorum bu hayatnan cok bıktım ALLAH ,hın gücüne gıtmesin cok zormuş annesizlik baba,sizlik o yuzden iyi bir anne ve baba kızı olsun yanı benim seve bileceyim bir aile olsun msn toprak.erkan2010@hotmail.com tel 00905373132000 cidı dğşünen meaj atsin asla pişmanlik yaşatmam çünkü benim sıcak bir aile ,yı özledim

Unknown dedi ki...

Merhaba!!!

Mali yardıma mı ihtiyacınız var?

* $1000 - $10,000,000 aralığında
* 3% faiz oranı
* Uygun fiyatlı kredi geri ödeme planları

Her türlü krediyi şu adresten e-postayla almak için lütfen bizimle iletişime geçin: universalfunds1@hotmail.com
Hücre numarası: +1 (914) 517-3229

İçtenlikle.
Selamlar.

Adsız dedi ki...

Bu, böbrek satmak isteyen herkese açık bir ilan, böbrek nakli ihtiyacı olan hastalarımız var, bu nedenle böbrek satmakla ilgileniyorsanız, lütfen iowalutheranhospital@gmail.com adresindeki e-posta adresimizden bizimle iletişime geçin.
Ayrıca +1 515 882 1607 numaralı telefondan whatsapp'ı arayabilir veya bize yazabilirsiniz.

NOT: Güvenliğiniz garanti altındadır ve hastamız, onları kurtarmak için böbrek bağışı yapmayı kabul eden herkese büyük miktarda para ödemeyi kabul etmiştir. Sizden haber almayı umuyoruz, böylece bir hayat kurtarabilirsiniz.

Jupiter dedi ki...

Bu kamuoyu için bir duyuru, biz böbrek almak ve hastalarımızı kurtarmak için farklı böbrek bağışçılarıyla çalışmak istiyoruz, böbrek satmakla ilgileniyorsanız, lütfen bizimle iletişime geçin. hastamıza böbrek bağışı için eşleşme ve her ödülü büyük ödüller bekliyor.
E-postamızda bize ulaşın: jupitermedicalcentreinc@gmail.com
veya whatsapp bize ulaşın: +1(515)293-5520

Adsız dedi ki...

Bu Mayo Clinic'ten genel bir mesajdır ve böbrek satın almakla ilgileniyoruz, eğer bir böbrek satmak istiyorsanız, lütfen aşağıdaki e-posta adresimizden doğrudan bizimle iletişime geçin.
mayocareclinic@gmail.com
Not: Bu güvenli bir işlemdir ve güvenliğiniz garanti edilir.
Daha fazla bilgi için lütfen bize bir e-posta mesajı gönderin.