6 Eylül 2007 Perşembe

İthal gelinin trajik öyküsü

İthal gelinin trajik öyküsü
Bugün size K'yı anlatacağım. Suretini saklamamı istedi benden. O yüzden Türkiye'de K iline bağlı Ö köyünde doğup Fransa'ya gelin gönderilen bir Türk kızı olduğunu belirtmekle yetineceğim
K, Avrupa Türklerinin en büyük sosyal yaralarından ithal gelin-damat trajedisini temsil ediyor. Onun durumunda binlerce kadın var. Araştırmalar, Fransa'da yaşayan Türk kızlarının yüzde 98'inin, erkeklerin yüzde 92'sinin Türkiye'den evlendiğini söylüyor. Almanya'da ise bu şekilde yapılan evliliklerin oranı yüzde 60'ı aşmış durumda. Belçika'da her yıl bin 300 kişi evlilik yoluyla Belçika vatandaşı oluyor. K ile tanışmak, sadece Avrupa'yı değil, Türkiye'yi de anlamak demek.
23 yaşındaki K ile Strasbourg'da, bomboş denecek kadar az eşyalı; ama başından geçen onca olaydan sonra kendini güvende hissettiği bir apartman dairesinde konuştum. Günün birinde yapımcılar Avrupalı Türklere dair dizi film çekmek isterse, işte senaryosu.
Ona ölen ablasının nüfus cüzdanını vermişler, doğar doğmaz dört yaş birden yaşlanmış. Köyünden hiç çıkmamış. Liseyi bitirdiği yıl henüz 15'indeyken onu Fransa'da araba tamirciliği yapan birine sözlemişler. Babası köyün ağasıymış; "Ölmeden evvel evlendiğini görmek istiyorum." demiş. Sözünü kimse dinlemezlik edemezmiş. Kırk gün sonra babası ölmüş. Annesi, "Artık geri dönemeyiz. Babanın verdiği söz yerine gelecek." demiş. K "Bunu bana yapamazsınız." dese de kimse onu dinlememiş.
Evden dışarı çıkması yasak
K, kayınvalide ve kayınpederin "gardiyanlığını" yaptığı bir "hapishane evde" yaşamaya başlamış. Eşi de kendisi gibi anne-baba lafından dışarı çıkamayan biriymiş. K'ya eski Türk filmlerini aratmayan eziyetler yapıldığında hiç sesini çıkarmamış. K'nın görümcesine damat almak için Türkiye'ye gittiklerinde K hamileymiş. Kayınvalidesi artık kendi malı saydığı K'nın, annesine selam bile vermesini yasaklamış. K, Fransa'da çektiği çileyi annesinden gizlemiş. Ablasından yardım istediğinde "Karnında beben var, çileni çekeceksin." cevabını alınca tekrar çaresiz Fransa'ya dönmüş. Ve tabii aşağılanmaya, yok sayılmaya devam etmiş. Kendi kararlarını kendileri vermeye başlarlar da Fransızlara benzerler diye korkuyormuş kayınvalide. Öyle ki oğlu ile gelinin anne ve babalığını da almış ellerinden. K'nın kızı babaannesine anne, büyükbabasına baba der olmuş. Görümce ve ithal damat olan eşiyle aynı evde kalıyorlarmış. Evin bütün işleri, çalışan görümcenin bebeğine bakmak dahil K'ya aitmiş. Fransızca öğrenmek şöyle dursun, Türkiye'deki annesine telefon açması yasakmış, annesi aradığında da konuşturulmuyor, "Kızın burada yok" deniyormuş. Evden dışarı çıkması yasakmış. Dört sene içinde iki sefer sokağın karşı tarafındaki dükkana gidebilmiş.
K, isyan ederse babasının ruhunu taciz edeceğini düşünmüş. Hiç değilse ayrı eve çıkabilselermiş. Eşi bu fikri annesine açtığında çocuklarının yüzünü bir daha göstermemekle, sütünü helal etmemekle tehdit etmiş. Kayınvalide bu kez K'yı oğluyla arasını açmakla suçlamış. K'nın yanında oğluna falancanın gelininin hem dayak yediğini, hem de kuzu kuzu işini yaptığını hatırlatıyor, "Bir tokat aşketmediğin senin avradın şunu alıp şuraya koymaya nazlanıyor." diyormuş. Gündüz 11, gece 8 nüfusun işini gören K'nın sıcak su musluğunu açması da yasakmış. "Küçük tuvaletin gelince bekleyeceksin, büyüğün gelinceye kadar. Her girişte sifonu çekmeyeceksin!" deniyormuş ona. Elektrik su faturası geldiğinde 'sen harcadın, sen öde' diye önüne atıyorlarmış.
K, bunları bana anlatırken zaman zaman kelimeleri unutuyor. Unutkanlık yapan antidepresan haplarla ayakta durduğunu öğreniyorum: "Böyle sağlam durduğuma bakma, iyi değilim ben. Sonunda delirttiler beni. Duvarlarla konuşuyordum. Durmadan ağlıyordum. Allah'tan yardım istedim. Beni anneme kavuştur, ölmeden onu bir daha göreyim, dedim. Allah duamı kabul etti; ama bu kez kızımı kopardılar benden."
Bu yetmiyormuş gibi onu Türkiye'ye postalamışlar. K'ya kurulan şeytani tuzağı da anlatacağım; çünkü bunlar başka ithal gelinlerin de başına geliyor.
Eşinin olmadığı bir gün ondan bir kağıda imza atmasını istemişler. Çocuğun okula yazdırılması için gerekli demişler. "Söz, akşam olsun, kocam gelsin imzalarım." demiş. Akşam olmuş, koca telefon açmış, bir doğum günü partisine katılacağını, gece eve gelmeyeceğini söylemiş. Kayınpeder "söz verdin akşama imzalayacağım" diye baskı yapınca sözüne sadık kalmış. Çünkü babası söz namustur, diye öğretmiş ona. Kızını 15'inde yabana gönderen babası keşke ona herkese güvenmemeyi de öğretseymiş. Meğer attığı imzanın anlamı "eşimi terk ediyorum ve çocuğumun vekaletini babasına bırakıyorum" demekmiş:
"Çektiğim bütün çileye rağmen böyle alçakça bir şey yapabilecekleri hiç aklıma gelmedi. Karşımda polis duruyor, gidemiyorum. Çünkü Fransızcayı bilmiyorum. Üstelik bu delidir, diyorlar kendi başıma bir şey yapmaya kalksam. Bir tane koltuk alındı eve. Üstünde pamukları çıkmış böyle. Bu evden de ben sorumluyum ya. Ev de denmez buraya, sanki kayıp bürosundayım. Dedim ki kaynanama 'Bu koltuk özürlü. Baştan söylüyorum, götürün değiştirin bu koltuğu'. Dedi ki kaynatam beni göstererek, 'Eminim bu koltuğu çamaşır suyu ile silip, pamukları kendi çıkartmıştır. Bir de özürlü diye bize yutturuyor!' Eşim, 'Koltuğu değiştiririz. Kimse birbirine iftira atmasın.' diye beni savununca, kaynanam dedi ki kaynatama 'Derhal bilet alıyorsunuz, bunu Türkiye'ye gönderiyorsunuz."
O sırada hâlâ imzaladığı kağıdın ne anlama geldiğini bilmiyor. "Çocuğum olmadan gitmem Türkiye'ye" deyince "Çok geç! Çocuğunu kendi imzanla babasına bıraktın." diye korkunç gerçeği açıklamışlar. "O an o kadar kötü oldum ki. Bana tuzak kurmuşlar. Eşim de böyle kaldı. O da o zaman öğrendi. Ne yapacağını şaşırdı. 'Bunu bize yapamazsınız' diyebildi. Ama engel olmadı."
Sonra uçağa binmişler kaynatası ile. "Beni hiç değilse eşim götürsün" isteğini bile reddetmişler. K köye gidene kadar ağlamış. Kaynata pasaportunu, Türk nüfus cüzdanını dahi vermeden onu köye bırakmış, bir daha da dönmemiş. K'nın annesi şaşırmamış; çünkü daha önce aynı olay köydeki üç kızın da başına gelmişmiş, bir yüzükle alıp gittikleri kızları, beş parasız ve kimliksiz getirip köye bırakmışlarmış. "Ben seni böyle vermedim onlara. Seni hayvana döndürmüşler, götürüp ahıra bağlayacağım. Boş ver çocuğunu bana sen lazımsın." diye teselli etmiş; ama artık çok geçmiş. K adeta delirmiş, aylarca "çocuğumu istiyorum" diye çığlıklar atmış: "Anneme 'Sevme beni, istemiyorum artık. Hayatımı söndürdün. Bırak beni, Fransa'ya dönüp çocuğumu arayayım.' dedim. Dedi ki 'Hayır çok küçüksün. Ben mahvettim; ama tekrar büyüteceğim seni. Terk edersen evlatlıktan silerim'. Dört ay geçti. Ne yemek yiyorum ne su içiyorum, ne konuşuyorum. Sonunda annem izin verdi gitmeme. Yasal olarak altı ayı doldurmadan dönmem gerekiyordu Fransa'ya, aksi takdirde bebem kaynanama hizmetçi olarak büyüyecek, bir daha asla göremeyecektim. Nüfus cüzdanı, pasaport vs, her şeyi yeniden çıkarttım. Son anda tek başıma uçağa bindim. Cebimde çok cüzi bir para vardı."
Kızı artık ona 'anne' diyor
K çalışma izni alıncaya kadar aylarca uzak akrabalarının evlerinde saklanıp evlere temizliğe gitmiş, ardından bir sığınma evine yerleşmiş. Bir yıl sonra, boşanma davası evrakları ona ulaşmış. Hasretinden yandığı çocuğunu görmek için kovulduğu evin kapısını çalmış. Ama evi değiştirmişler. Yeni evi arayıp bulmuş. Fakat çocuğu göstermemişler.
Bir altı ay daha böyle geçmiş. Mahkemede eşi, evi K'nın terk ettiğini iddia edince o da çocuğunu alma şartıyla boşanacağını söylemiş. O yüzden 3 senedir sürüyormuş mahkeme:
"Ben şimdi bir fabrikada çalışıyorum. 890 Euro alıyorum, 400'ünü ev kirası yapıyorum. Fransızca öğrendim. Mahkeme iki ayda bir çocuğumu 15 gün görmeme karar verdi. Eşim ve ailesi Strasbourg'a altı saat uzakta başka bir şehirde yaşıyor. Eşim kaynımla birlikte çocuğu getiriyor. Çünkü ben yol ve otel masraflarını karşılayacak durumda değilim."
K, strese bağlı rahatsızlıklardan birkaç defa ameliyat olmuş, bedeni ve zihni sık sık tutukluk yapıyormuş. Onu yaşama bağlayan tek şey artık okula gitmeye başlayan kızıymış. Asla Türkiye'ye dönmeyecekmiş. Çünkü kızının annesine olduğu kadar babasına da ihtiyacı olduğunu düşünüyormuş. Ne mutlu ki kızı artık ona "anne" diyormuş. Neden ayrı evlerde yaşadıklarının cevabını babaannesi "Çünkü annen seni terk etti, onun başkasından bir çocuğu var, seni değil onu seviyor." diye vermiş. Ama kızı babaannesinin doğruyu söylemediğini artık biliyormuş. K, kızıyla Fransızca konuşuyormuş; çünkü Türkçede zorlanıyorlarmış. Onunla aynı şehirde yaşamak istermiş tabii; ama eşinin ailesi ona huzur vermezmiş, o zaman akıl hastanesine kapatılması lazımmış. Çocuğu getirdiğinde eşi hiç konuşmuyormuş, bir köşede öylece süzülüyormuş. Onun yerine K ile kaynı muhatap oluyormuş. K yine de bugününe şükrediyormuş. Onca kâbustan sonra, kira da olsa, başını dinleyeceği bir evi varmış. Bu eşyasız ev ona saray gibi geliyormuş. Gün doğmadan neler doğarmış. Bir varmış, bir yokmuş. Avrupa'da Türkler yaşarmış. Türkiye'deki kızlar ve oğlanlar daha ahlaklı diye çocuklarına gelinler ve damatlar satın alırlarmış...
25 yılı aşkın bir süredir Fransa'da yaşıyorsunuz. Neden Sartre'lar, Zola'lar gibi vicdanın sesi düşünürler çıkmıyor artık?
Fransız entegrasyon modeli Müslüman göçmenlerde başarısızlığa uğradı
Sömürgeleri elinden çıktıktan sonra Fransa kendine güvenini kaybeden bir ülke olmaya başladı. AB'nin kurulma sürecinde emperyal konumundan daha küçük ve kendi çapında bir Avrupa ülkesi olmaya geçti. Sanıyorum, temelde bunun uyandırdığı bir güvensizlik var. Çünkü Fransız kimliği birdenbire Avrupa kimliği ile birlikte öne çıktı. Ben buraya geldiğimde, 25 yıl önce, daha açık, başka kültürlere daha meraklı, kendine güveni daha fazla bir ülkeydi. Siz ne kadar kendi kimliğinizi böyle fazla öne çıkarırsanız, o ölçüde başkalarına duyduğunuz merak azalır diye düşünüyorum. Fransa da biraz böyle bir ülke olmakta. Bugün bir Sartre'ın çıkmamasının çeşitli nedenleri var. Bir kere toplumun vicdanı olan yazar imgesi artık geçmişte kaldı. Fransa'da biz bunlara "kutsal canavarlar" deriz. 20. yüzyılın Fransa açısından üç önemli kutsal canavarı, Malroux, Aragon ve Sartre'dir. Malroux aynı zamanda De Gaulle'ün kültür bakanlığını da yapmış, ama İspanya iç savaşına da katılmış. Çok önemli bir aydın. Sartre yüzyılı sorgulamış, varoluşçuluğun kurucusu bir düşünür ve yazar. Şimdi bunlar bütüncül yazarlar. Yani hem dünyanın gidişinden haberli, o gidiş konusunda söz almak isteyen yazarlar, hem de üretken yazarlar. Bunların yerini şimdi medyatik ve tüccar yazarlar, aydınlar aldı. Tabii bunun da temelinde liberal ekonomi ve küreselleşme var.
Peki siz son olayları kimlik isyanı gibi mi, çete hareketi gibi mi gördünüz?
Göçmen gençlerin isyanından söz etmek doğru olur. Bunca zaman geçti Sarkozy hâlâ olayların temelinde birtakım çeteler var, devlete başkaldırdılar diyerek yanlış bir değerlendirme yapıyor. Bence bu olayların temelinde bir kimlik sorunu var. Bu gençlerin adları Ahmet, Mehmet, Selim olabilir; ama Fransız'dırlar. Burada doğmuşlardır. Ne yazık ki Fransızların gözünde hiçbir zaman Fransız değiller. Sorun Fransa'nın emperyal geçmişinden kaynaklanıyor. Çünkü daha önceden bu entegrasyon modeli başarılı olmuş, Fransa'ya gelen İtalyanlar gibi başka göçmen dalgalarını entegre etmiş. Fransız entegrasyon modeli, Müslüman kökenli göçmenlerde başarısızlığa uğradı.
Bu çocuklar isyan etmeseydi anlamayacak mıydık bunu?
Bu varoşlarda bir sorun olduğu biliniyordu. Ve daha 1980 yıllarından bu yana birtakım önlemler alınmaya çalışılıyordu. Yatakhane siteler dediğimiz, üst üste yığılmış ve çoğunlukla bu göçmenlerin oturduğu banliyölerin düzenlenmesinden sorumlu bir kent bakanlığı kuruldu. Ama birdenbire isyanın bu ölçüde bütün Fransa'ya yayılacağını herhalde hiçbir siyasi öngörmemişti. Bu gençlerin kendilerini ifade edebilecekleri dilleri yok. Bunların konuştuğu Fransızca, varoşlarda konuşulan, bizim Sorbonne'da öğrendiğimiz Fransızcadan çok farklı bir dildir. Dolayısıyla bunlar kendilerini ancak şiddet yoluyla bir de rap müziği ile ifade edebiliyorlar. Fransızlar bunu da anlayamadı. Bütün bu toplumsal ve kültürel sorunlardan kaynaklanan isyan hareketini sadece çetelere indirgerseniz doğru bir teşhis koyamazsınız. Bir üçüncü sorun da tabii işsizlik. Çünkü bu gençler iş aradığı zaman onlara ayrımcı davranıyor şirketler. Varoştan gelen gençleri tercih etmiyorlar. Zaten oralarda işsizlik oranı yüzde 40'larda. Sebepler içinde beni asıl ilgilendiren Fransa'nın eski emperyal gücünden ortalama bir Avrupa gücüne dönüşmüş bir ülkenin, kendine güvenini yitirmesi.
BİTTİ
Nuriye Akman
31 Aralık 2005, Cumartesi

http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/haber.do?haberno=431608

3 yorum:

Unknown dedi ki...

Merhaba!!!

Mali yardıma mı ihtiyacınız var?

* $1000 - $10,000,000 aralığında
* 3% faiz oranı
* Uygun fiyatlı kredi geri ödeme planları

Her türlü krediyi şu adresten e-postayla almak için lütfen bizimle iletişime geçin: universalfunds1@hotmail.com
Hücre numarası: +1 (914) 517-3229

İçtenlikle.
Selamlar.

Adsız dedi ki...

Bu, böbrek satmak isteyen herkese açık bir ilan, böbrek nakli ihtiyacı olan hastalarımız var, bu nedenle böbrek satmakla ilgileniyorsanız, lütfen iowalutheranhospital@gmail.com adresindeki e-posta adresimizden bizimle iletişime geçin.
Ayrıca +1 515 882 1607 numaralı telefondan whatsapp'ı arayabilir veya bize yazabilirsiniz.

NOT: Güvenliğiniz garanti altındadır ve hastamız, onları kurtarmak için böbrek bağışı yapmayı kabul eden herkese büyük miktarda para ödemeyi kabul etmiştir. Sizden haber almayı umuyoruz, böylece bir hayat kurtarabilirsiniz.

Adsız dedi ki...

Bu Mayo Clinic'ten genel bir mesajdır ve böbrek satın almakla ilgileniyoruz, eğer bir böbrek satmak istiyorsanız, lütfen aşağıdaki e-posta adresimizden doğrudan bizimle iletişime geçin.
mayocareclinic@gmail.com
Not: Bu güvenli bir işlemdir ve güvenliğiniz garanti edilir.
Daha fazla bilgi için lütfen bize bir e-posta mesajı gönderin.